Risale-i Nur (Fach) / Lügat (Lektion)
In dieser Lektion befinden sich 4345 Karteikarten
--------------------
Diese Lektion wurde von enver1961 erstellt.
- dâfi', dâfia Def'eden, menedici, savan, savuşturan, iten. Ortadan engeli kaldıran. kuvve-i dâfia dalında âdil hâkimleri, melek gibi melikler meyvesini veren ve kuvve-i câzibe dalında hüsn-ü sîret ve
- ERVÂH-I ÂFİLÎN Fâni ruhlar. Kaybolup giden ruhlar. Ölümlü ruhlar. belki istikbale ve saadet-i ebediyeye atlamak için ervâh-ı âfilîne bir medar-ı envar
- HUBB-U ZÂT Kendini sevme. Vazifesini, hubb-u zâtından neş’et eden bir tekemmül-ü zâtî olduğunu bilir, ve hâkezâ...
- zu'm Batıl inanç, yanlış kanaat. şüphe, sanmak. Bir hakk-ı hayatı var, daire-i tasarrufunda hakikî mâliktir, zu’m eder.
- ARİSTO M.Ö. 384 yılında, Selânik yakınlarında Stageira'da doğdu ve M.Ö. 322'de öldü. Müslüman filozoflar üzerinde önemli etkileri olan ilkçağ Yunan filozofudur. Atina'ya tahsile giderek Eflâtun'un akademisine girdi. Önceleri Eflâtun'un en seçkin talebesi, sonra da onun felsefî sistemini tenkit eden başarılı bir rakibi oldu. Makedonya kralı Filip'in oğlu İskender'i eğiten Aristo, bununla "cihan imparatorunu yetiştiren üstad" ünvanını aldı. Daha sonra Atina'da kendi felsefî düşüncesini temellendirdi ve okulunu kurdu ve burada dersler verdi. 12 yıl süren bu dönemde felsefi düşüncelerini temellendirerek çağının bütün ilimlerini sistematize etti ve sistematik ve didaktik yüze yakın eser meydana getirdi. Aristo'nun mantık, fizik, metafizik ve ahlâk alanlarında olmak üzere dört yüze yakın eseri vardır. Aristo, derslerini öğrencileri arasında bir bahçede gezinerek verdiğinden onun kurmuş olduğu felsefe ekolüne "Periotos" (Yürüyen) adı verildi. Daha sonraları Aristo felsefesini benimseyen İslâm filozoflarına da bu yüzden "Meşâiyyûn" (Yürüyenler) ünvanı verilmiştir. Aristo, başta mantık olmak üzere birçok ilmin kurucusu olarak gösterilir. Eskiçağ Yunan ilmi ve felsefesi ulaşabileceği en yüksek noktaya Aristo ile ulaştı. Felsefenin bütün disiplinleriyle ilgilendi. Eserleri Eflâtun'unkiler gibi diyalog (karşılıklı konuşma) tarzında olmayıp, sistematik ve öğretici tarzdadır. Eserleri arasında en tanınmışları, mantık hakkındaki Organon ve felsefeye dair olan Metafizika'dır.
- FARÂBÎ Miladî 870 yılında, Türkistan'ın Farab vilayetinde doğdu. İlim tahsilini Bağdat'ta tamamladı. Zamanının temel ilimleri olan gramer, belâğat, mantık, aritmetik, geometri ve astronomi üzerinde çalıştı. Sâmânî Emiri Nuh bin Sâmân'ın daveti ile Buhara'ya geldi ve Emirin isteği üzerine ilk eseri olan et-Tâlimüs-Sânî'yi telif etti. İslâm felsefe tarihinde önemli bir yeri olan Farâbî, hayatını felsefe ilmine ve düşünmeye vakfetmişti. Bu yüzden hiç evlenmedi, mal mülk edinmedi. Felsefedeki konumu sebebiyle Aristo'dan sonra gelen ikinci isim anlamına "Muallim-i Sânî" (İkinci Öğretici) ünvanı verildi. Ömrünün son yıllarını Halep'te geçiren filozof, en önemli eserlerini burada yazdı. 950 yılında vefat etti.Büyüklü küçüklü yüzün üzerinde kitap yazan Farâbî'nin en tanınmış eserleri şunlardır: el-Medînetü'l-Fâzıla, es-Siyâsetü'l-Medeniyye, İhsâü'l-Ulûm.
- tahallûk (a.i. hulk'dan.) Ahlaklanma, iyi huy edinme. Bir huy edinme. ve secâyâ-yı hasene ile tahallûk etmekle beraber,
- EFLÂTUN İslâm felsefesi üzerinde önemli etkileri olan ilk çağ Yunan filozoflarından biridir. Atina'da doğdu ve M.Ö. 347 yılında seksen yaşlarındayken öldü. Alnının geniş olmasından dolayı "Ploton" denildiği için dilimize Eflâtûn olarak yerleşmiştir.Hocası Socrates'ın demokrasi adına idam edilmesinin ıstırabını yaşayan Eflatun'un felsefesini bu sebeple sosyal düzen ve insanın saadeti meseleleri teşkil eder. Atina yakınlarında bir kasabada, daha sonraları "Akademi" olarak tanınacak olan okulunu kurdu ve ömrünün büyük bir kısmını burada ders vererek, kitap yazarak geçirdi. Aristo en ünlü talebelerindendir. Eflâtun akıl, gözlem ve tecrübe yöntemlerinden hareketle hocası Socrates gibi bazı temel hakikatlere ulaştı. Bu dünyanın geçici değerlerine fazla önem vermeyen, ebedî saadete ermenin aşkıyla yaşayan, dinî esaslara uyulması gerektiğini eserlerinde devamlı dile getiren bir düşünürdür. Cemiyette her türlü kötülüğün dine ve mukaddes şeylere inanmamaktan doğduğunu Devlet adlı eserinde açıkça ifade eder.Eflâtun'un eserleri karşılıklı konuşma (diyalog) şeklindedir. Anlatmak istediği düşünceyi iki kişiyi konuşturarak ele alır. Bu yüzden eserlerine Diyaloglar adı verilmiştir. Devlet, Devlet Adamı ve Kanunlar en önemli eserleridir.
- hodfuruş Farsça Kendini beğendirmeğe çalışan. Övünen. Hem herkese satılan muzahraf, hodfuruş, gösterici, riyâkâr bir hüsnü istihsan, ettiği için riyâkârları alkışlamış,
- teşci' Şecâatlandırma, cesaret verme. Bahadırlık etme. Zulmü mânen alkışlamış, zalimleri teşçi etmiştir ve cebbarları ulûhiyet dâvâsına sevk etmiştir.
- nâmûs (a.i. ç. nevâmîs.) Edep, haya, ahlak, doğruluk gibi faziletlerin sonucu olan ve yüksek değer taşıyan haslet. Ahlâkî öiçülere bağlılık. Kanun, nizam, Şeriat. Ar, edep, hayâ, ırz. Haysiyet, itibar. Temizlik, doğruluk, dürüstlük. Emniyet, istikamet. Allah'a yakın olan büyük melek. Melâike. İrade-i İlâhiyenin tecellisi.Bir kimsenin mahrem, gizli esrarı olup işleri ve hallerinin iç yüzüne vakıf ve muttali kimseye denir. Hayırlara ait gizli hâllerin hâmil ve vâkıfı olan. Bu mânada Cebrâil Aleyhisselâm'a ıtlak olunur. Sair melâikenin vâkıf olmadıkları vahyin sırlarına vakıf ve mahrem olması cihetiyle ona namus-u ekber denilmiştir. Hâzık. Mahir. Av ve tuzak. Nemmam mânâsiyle fitneci ve koğucu. Birisinin hilesine siper ettiği şeye ve arslan yatağına da bu mâna verilmiştir.
- namus-u ikram İkrâmda bulunma âdeti. bağış ve iyilik kanunu hattâ zerrât-ı taamiye hüceyrât-ı bedenin imdadına ve muavenetine koşturulan düstur-u teâvün, kanun-u kerem, namus-u ikram nerede?
- hikmet-i müzahrefe Zahiren güzel, süslü; içi boş ve çürük olan felsefe. bir netice takmak gibi gayet mânâsız bir abesiyet içinde gördüğü hikmetsiz hikmet-i muzahrefe düsturları
- 1-Mübtedi' 2-Mübtedi 1-(a.s. bed'den.) Yeni birşey ortaya çıkaran, bir yenilik yapan. 2-kel. İtikatta ehli sünnet yolundan ayrılan, bid'at ehlinin yolunu veya bid'at yolunu tutan kimse. Yeni. Yeni talebe. İlk mekteb talebesi. Yeni başlamış. ancak fâsık, mübtedi' bir mü'min derecesine çıkabilmişler. RNK-İman ve Küfür Muvazeneleri/156 mübtedi’ bir mü’min derecesine çıkabilmişler.
- tasallüb (a.i. sulb'den. ç. tasallübât.) Sertleşme, katılaşma. Sağlamlaşma, kuvvetlenme. Gayret gösterme. Güyâ tasallüb etmiş, zülâl-i İslâmiyet, maâbidi içinde. ve maddiyata tevaggul sebebiyle güya tasallüb ediyor.
- tekfir Birisine "kâfir" deme, kâfirliğine hükmetme. Ortadan kaldırma, yok etme. Setretme, örtme. Keffaret verme. Elini göğsüne koyup tevazu yapma. mümkün olduğu kadar tekfirden çekinir. Hattâ sarih küfrü bir adamdan görse de, yine tevile çalışır, onu tekfir etmez.
-
- ÖMER HAYYÂM 1044 yılında Horasan'da doğdu. Selçuklu hükümdarı Melikşah zamanında yaşadı. Daha çok şâirlik yönüyle tanınan Ömer Hayyâm, aynı zamanda devrinin büyük bir filozofu, matematik ve astronomi bilginiydi. Şiirlerini Farsça yazan Ömer Hayyâm, rübâîleriyle şöhret kazandı. Dört mısradan ibaret olan rübâîlerinde genellikle felsefî temaları işliyordu. Ömer Hayyâm, şiirlerinde insanın tabiat karşısındaki çaresizliğini, bir türlü çözemediği hayat muammasını ve ölüm karşısındaki durumunu, kötümser, muzdarip ve alaycı yöntemlerle tasvir ediyordu. Hem, üdebâ-i İslâmiyenin meşhurlarından bedbînlikle mâruf Ebû’l-Alâ-i Maarrî ve yetimâne ağlayışla mevsuf Ömer Hayyam gibilerin, o mesleğin nefs-i emmâreyi okşayan zevkiyle zevklenmesi sebebiyle, ehl-i hakikat ve kemâlden bir sille-i tahkir ve tekfir yiyip, "Edepsizlik ediyorsunuz, zındıkaya giriyorsunuz, zındıkları yetiştiriyorsunuz" diye,zecirkârâne te’dib tokatlarını almışlar.
- mûcib-i bizzat Varlığı bizzat gerekli olan. fel. Felsefenin, herşeyi yapmaya bizzat mecbur olan, serbest olmayan şeklindeki, Cenâb-ı Hakkın iradesini inkar eden görüşü. Herşeyi yapmaya bizzat mecbur olan. Serbest olmayan. Felâsifenin Cenâb-ı Hakk`ın ihtiyarını elinden alan bozuk bir tâifesinin görüşü. Felâsifenin bir taifesi, Cenâb-ı Hakka “mûcib-i bizzat“ demişler, ihtiyarını nefyetmişler, ihtiyarını ispat eden bütün kâinatın nihayetsiz şehadetlerini tekzip etmişler.
- tekeddür (a.i. keder'den.) Bulanma, saflığını kaybetme. Kederlenme. Sonra isyanla tekeddür eder, şeffafiyetini kaybeder.
- TÂĞUT (a.s. ç. tavagî tavâgît.) İnsanları Allah`a karşı isyana sevkeden, isyankâr. Her bâtıl mâbud, şeytan. İslâm`dan önce Kâbedeki putlardan birinin ismi. Azma, sapma, zulmetme. s. Azgın, sapık, zorba. Gayptan haber veren, kâhin, büyücü. Put; İslâmdan önce Mekke'deki Lât ve Uzzâ putları. şeytan. İnsanları, Allah'a iman ve kulluk etmekten uzaklaştırıp kendisine veya başkasına kulluk yapmaya çağıran ve yönlendiren her şey. kel. Allah'a baş kaldıran, kötülük ve sapıklıkla hükmeden, kendisine başkalarını kulluk etmeye zorlayan veya başkalarının bile bile kendisini put edindikleri insan, şeytan veya put. Küçük âlemde ene, büyük âlemde tabiat gibi tâğutlardandır.
- RUH-EFZA (Ruhfeza da denir) f. Cana can katan. Canlılık veren. Gayet güzel bir bahar mevsiminde, bulutsuz bir güneş, ruh-efzâ bir nesîm, hayattar bir âb-ı leziz, her taraf şenlik içinde bir âlem gördüm.
- 1-Efza 2-Efza' (Fezâ. C.) 3-Efza' 1-(Sonlarına eklenen kelimelere) Artıran, çoğaltan mânasını verir. Meselâ: Hayret-efzâ $: Hayret verici, hayret artıran. 2-Korku ile bağırıp çağırmalar. 3-Şiddetli, katı, eşed. Zîrâ sizin şu vahşetengiz, cehâletperver husumetefzâ olan sarp dağ ve derelerinizdeki vahşet ayılarından,
- zenbil İçine öteberi konulup elde taşımaya mahsus, sazdan örülmüş ve üst tarafında yine sazdan kulpları olan, ağzı geniş kap. hasırdan örülerek yapıloan kulplu torba, sepet. İçine öteberi konulan ve sazdan yapılan kap. Sepet. Baktım ki, yukarıdan inmiş aynı asansörler gibi muhtelif tarzlarda bazı tayyare, bazı otomobil, bazı zembil gibi şeyler görünüyor.
- irade-i nâfize Her yere ve herşeye tesir ve nüfûz eden İlâhî irâde. bir kudret-i kâmilenin desâtiriyle ve bir irade-i nâfizenin kavâniniyle vücut giydiriliyor suretleri tayin, teşhis edilip birer miktar-ı muayyen, birer şekl-i mahsus veriliyor.
- zamân-ı hâl şimdiki zaman. Yani, zaman-ı halden ziyade, mazi ve müstakbele nazar eder.
- medâyîh (a.i. mediha'nın ç.) Medhe lâyık işler ve hareketler, övülmeye değer işler, davranışlar. Sâni-i Zülcelâlin medâyihine bir kaside-i medhiye gibi bir eser gösterir.
- lâ ya’lemu’l-ğaybe illâllah Allah’tan başka kimse gaybı bilmez
- Mütebeddil (Bedel. den) Değişen, tebeddül eden, başka hâle giren. Bozulan. Kararsız. Çünkü, bu gibi zâil, mütebeddil şeyler, o müstakar saltanata makar olamaz.
- Ezhar (Zehre. C.) Çiçekler. Zehreler. şukufeler. ve eşcar, ezhâr ve esmârdaki harekât ve hidemâtları,
- 1-Esmar (Semer. C.) 2-Esmar (Semer. C.) 1-Meyveler, Yemişler, Semereler. 2-Masallar. Akşam sohbetleri. Bu ünvan, onların pek aziz ve sevgili olan nefislerini memnun etmek üzere bir hazz-ı nefsani kazanmak niyetiyle yaptıkları nifak, aksul-amel kabilinden bir zakkum-u esmar olduğuna işarettir.
- nusûc-u levhiye Dokunmuş, işlenmiş levhalar. ve fânilerin bâki olan hüviyet ve suretlerinden pek çok nukuş-u misaliye ve çok mânidar nüsuc-u levhiyeyi icad ediyor.
- enfüsî İç dünyayla ilgili, nefis ve beden dâiresinde olanlar. Nefiste meydana gelen, nefse ait, şahsi. Öznel, subjektif. Ve hakikatte biri enfüsî, diğeri âfâkî iki hareket-i cezbekârânede zikir ve tesbih-i İlâhî ile Mevlevî gibi zikreden ve deverana kalkan o zerreleri, kendi kendine, sersem gibi dönüp oynuyorlar zu’m etmişler.
-
- âfâkî Dünyaya ait sıradan meseleler ve hadiseler. Kâinat ve içindeki hâdiselere âid. Nefsin haricindeki âleme dair. Kıymetsiz sözler ve meseleler. (Enfüsinin zıddı.) (Objektif) Havaî, gereksiz, lüzumsuz ve değersiz, dereden tepeden (söz). Gerçeği olduğu gibi yansıtan, objektif, nesnel. Kişiye değil, genele ait nitelik. Dışa dönük karakterde insan. İşte, zâhirperest ve sermâyesi âfâkî(dış dünyaya ait meseleler) mâlûmâttan ibâret olan akl-ı dünyevî böyle silsile-i efkârı, hiçe ve ademe incirâr ettiğinden, hayretinden ve haybetinden me’yusâne feryad ediyor, hakikate giden bir doğru yol arıyor.
- MÜRÂÂT Uymak, tatbik etmek, uyum. Riayet, saygı göstermek. Korumak, hıfzetmek, saklamak. Riayet etmek. Bir şeyin akibetinin ne olacağını gözetmek. Söze kulak vermek. Bir kimsenin hakkına riâyet eylemek. Göz ucuyla bakmak. harekâtında nizamat-ı umumiyeye tevfik-i hareket edip, her girdiği yerde ona mahsus nizamatı müraat etmekle,
- KÜREYVAT-I HAMRÂ Al yuvarlar. Kırmızı hücreler. Kırmızı kan kürecikleri. Kana kırmızı rengini veren, çekirdeksiz, yuvarlak, küçük hücrecikler olup kanın her mm.küpünde beş milyon kadar bulunurlar, beden hücrelerine erzak dağıtırlar ve bir kanun-u İlâhî ile hücrelere erzak yetiştirirler. (Tüccar ve erzak memurları gibi) Bir kısmı küreyvât-ı hamrâ tâbir edilir ki, bedenin hüceyrelerine erzak dağıtıyor ve bir kanun-u İlâhî ile hüceyrelere erzak yetiştiriyor-tüccar ve erzak memurları gibi.
- küreyvat-ı beyza Kandaki beyaz renkte ve çok küçük kürecikler. Kan ve lenf gibi vücud mâyilerinde bulunan çekirdekli ve yuvarlak hücreler. Kırmızı küreciklere nisbetle azdırlar.Vazifeleri hastalık gibi düşmanlara karşı asker gibi müdafaadır.Ne zaman müdafaaya girseler Mevlevi gibi iki hareket-i devriye ile sür'atlı bir vaziyet-i acibe alırlar. Diğer kısmı küreyvât-ı beyzâdırlar ki, ötekilere nisbeten ekalliyettedirler. Vazifeleri, hastalık gibi düşmanlara karşı asker gibi müdâfaadır ki, ne vakit müdâfaaya girseler, Mevlevî gibi iki hareket-i devriye ile, süratli bir vaziyet-i acîbe alırlar.
- seyr ü sefer 1-Gidiş-geliş. 2-Trafik. 3-Yolculuk. 4-Ulaştırma. rızık kafilesinde seyrüsefer eden o zerreler, o kadar hayretfezâ bir intizam ve hikmetle seyr ü seyahat ederler
- a'sab-ı muharrike Hareket ettirici sinirler, hisleri, duyguları vücuttaki haber merkezine bildiren sinirler gözün âsâb-ı muharrike ve hassâse ve şerâyin ve evride gibi damarlara karşı münasip vaziyet alması;
- dülger Marongoz, yapı ustası, mimar. Mimar Sinan gibi dülgerlik san’atında bir mahareti ve sair taşlara hem mahkûm,
- sukut Düşme. Yukardan aşağıya birden iniverme. Değerini kaybetme. Bozulma. Devrilme. Mahvolma. Ahlâk bakımından alçalma. Büyük bir vazifeden ayrılma. Sarkma. Çocuğun eksik veya ölü olarak doğması. “Geliniz, düşmemek, sukut etmemek için baş başa vereceğiz” diye bir hüküm sahibi olması lâzımdır.
- Hallâk-ı bî-misâl Benzeri olamayan yaratıcı Allah. Hem madem Hallâk-ı Bîmisal israf etmiyor, abes işleri yapmıyor.
- iş'al Parlatma, nurlandırma, şûlelendirme, alevlendirme. Şulelendirmek. Yaymak, alevlendirmek. Tutuşturmak. Parlatmak. Şiddetlendirmek. Bütün onların bu tazyikat ve istibdatları, envâr-ı Kur’âniyeyi ışıklandıran gayret ve himmet ateşine odun parçaları hükmüne geçiyor, iş’âl ediyor, parlatıyor.
- Neşide Manzume. Şiir. Yüksek sesle okunan şiir. Darb-ı mesel (atasözü) derecesinde kullanılan meşhur beyit veya mısrâ. ve tesbihat-ı İlâhiye neşidelerini okutturan birer iğne başı suretinde kendini gösteriyorlar.
- SERD-İ KELÂM Söz söylemek. Fikir beyan etmek.
- urûc-i küllî Küllî yükseliş, herkesi ve her şeyi ilgilendiren bir yukarı çıkma, umumî mânâda bir yükseliş. Bu seyahat-i cüz’iyede bir seyr-i umumî, bir urûc-u küllî var ki,
- vech (a.i. ç. vücûh.) Yüz, surat, çehre. Üst, satıh, düz, yüz. Tarz, üslup. Sebep, vesile. Her şeyin karşısına gelen ve karşısında olan. Ön. Alın. Cephe. Tarih..Bir şeyin nefsi ve zatı. Semt. Cihet. Münasebet. Ey yeryüzünü ışığıyla yaldızlayan ve zeminin vechini ve bütün çiçeklerin yüzlerini güldüren dünya güzeli, gök nazdarı olan nazenin güneş!
- MAKÁM-I İSTİMÂ Dinleme makamı. Şimdi, makam-ı istimâda bulunan mülhide deriz ki
- tayy Dürüp bükme, bükme, sarma, katlama. Atlama, aşma,üzerinden geçme. Kaldırma, yoketme. Çıkarma, atma. Geçmek. Açmak. Velâyet, kurbiyet merâtibinde sülûktür; çok merâtibin tayyına ve bir derece zamana muhtaçtır.
- süluk (Silk. den) Belli bir gruba girme. Bir yolu takib etme. Bir tarikata bağlanma. Mânevi terakki mertebelerinde devam etme. Velâyet, kurbiyet merâtibinde sülûktür; çok merâtibin tayyına ve bir derece zamana muhtaçtır.
- ikmâl Tamamlama, bitirme, eksik, ve noksan bırakmama. Mükemmelleştirme, olgunlaştırma, kemâle erdirme. Bir cümleyi, takip eden cümle ile tamamlama. Ve ef’âlinin cilvelerinde çeşit çeşit, fakat birbirini ikmâl eder tasarrufâtı vardır.
-