Risale-i Nur (Fach) / Lügat (Lektion)

In dieser Lektion befinden sich 4345 Karteikarten

--------------------

Diese Lektion wurde von enver1961 erstellt.

Lektion lernen

  • ahfat ahfad (a.i. hafîd'in ç.) Oğul oğulları, torunlar. Gelecek nesiller, zürriyet, soy. Yardımcılar, hizmetkârlar. Ey eski çağların cihangir Asya ordularının kahraman askerlerinin ahfâdı olan vatandaşlarım ve kardeşlerim! Beş yüz senedir yattığınız yeter. Artık uyanınız, sabahtır. Yoksa, sahrâ-yı vahşette yatmakla gaflet sizi yağma edecektir. RNK-İlk Dönem Eserleri/409
  • serpûş f. Başa giyilen şey, başlık, şapka. O Süfyan, kendi başına frenklerin serpuşunu koyup herkese de giydirir. Fakat cebir ve kanunla tâmim ettiğinden, o serpuş dahi secdeye gittiği için, inşaallah ihtida eder; daha herkes—yalnız istemeyerek—onu giymekle kâfir olmaz. RNK-Şuâlar/715
  • müstenkif (a.s. nekf'den.) İstinkâf eden, kabul etmeyen, geri duran, el çeken, çekimser. Acaba hiç bir kanun, müstenkif ve razı olmayan bir adamı başkaların onu methetmesiyle suçlu yapar mı ki, kanun namına hareket eden resmî memur beni suçlu yapıyor? RNK-Tarihçe-i Hayat/721
  • menfî (a.s. nefy'den.) Müsbetin zıddı, müsbet olmayan. Nefyedilmiş, sürgün edilmiş, sürgün. Bir şeyin olmayacak cihetini düşünen. Hakikatın aksini iddia eden. gr. Başında nefiy edatı bulunan kelime veya cümle. Nâkıs, negatif, olumsuz. Ben âciz, zayıf, gurbette, menfî(sürgün), yarım ümmî, aleyhimde propaganda ile halkı benden ürkütmek hâleti içinde Kur'ân'ın ilâçlarından ve imanî ve kudsî hakikatlerinden dertlerime tam derman olarak kendime bulduğum zaman, bu millete ve RNK-Tarihçe-i Hayat/720
  • Eşref Edip 1882`de Serez`de (Orta Makedonya) dünyaya gelen Türk matbuatının mücahit kalemi Eşref Edib Fergan, İstanbul`da vefat etti. Eşref Edip, Üstad Bediüzzaman`ın sâdık dostu, Risâle–i Nur`un samimî bir müdafiî olarak da bilinir.  Bu meyanda birçok makale ve eseri vardır. 1908`de, önce Sırat–ı Müstakim, daha sonra Sebilürreşad ismiyle mecmua neşreder. Aynı isimle bir de matbaa kurar. Said Nursî ile ilk tanışmaları tâ o yıllara kadar gider. Yaklaşık 50 sene müddetle, dostluk ve kardeşlik münasebetleri devam eder. Hayatta iken, Üstad Bediüzzaman`ı ve kudsî dâvâsını neşriyat yoluyla müdafaa etmekten geri durmayan Eşref Edip, o mübarek zâtı vefatından sonra da anlatmaya ve dâvâsını savunmaya devam eder. İşte, onun bu takdire şâyân hizmetlerinden bir nümûne–i misâl. 1963`te Sebilürreşad yayınları arasında neşrolan "Bediüzzaman Said Nur ve Nurculuk: Tenkid ve Tahlil" isimli broşürün ilk sayfalarında—Bediüzzaman`ın vefatının 3. yıldönümü münasebetiyle—Eşref Edib`in şu tahlili yer alır: Bediüzzaman Said Nursî Bir asra yakın zaman yaşayan bu mübarek zat, 23 Mart 1960`ta (25 Ramazan 1379) Urfa`da Rahmet–i Rahman`a kavuştu. Cenaze namazı Ulu Cami`de kılındı, Halilürrahman Dergâhı`na defn edildi. Allah, gani gani rahmetine mazhar eylesin. Bu nadide ve kıymetli varlığın şahsiyetini, mesleğini, eserlerini tetkik ve tahlil etmek, üzerinde muhtelif noktalardan işlemek, teşhisine çalışmak, ilmî ve içtimaî bir vazifedir. Vefatının üçüncü Ramazan`ı olmak münasebetiyle, bu hususta ilmî bir tahlil ve tenkitte bulunmayı münasip gördüm. Şöhreti memleketimizin ve tâ Hindistan`a kadar İslâm dünyasının her tarafını kaplayan, Almanya`da nâmına enstitü açılan bu zât kimdir? Hayatı, eserleri, meslek ve meşrebi nedir? Muhtelif halk tabakaları arasında şâyân–ı hayret derecede kuvvetli rabıtalar (bağlar) husûle getirmesinin sırrı ne idi? Bu bir tarikat mı? Bir cemiyet mi? Yoksa siyasî bir teşekkül mü? Gerek idarî, gerek adlî olarak, bu hususta çok takipler yapıldı. Derin tetkikler, uzun ve müselsel (zincirleme) muhakemeler cereyan etti. Ne tarikat, ne cemiyet, ne de bir siyasî teşekkül olduğu hakkında herhangi bir neticeye varılamadı. En ufak bir delil bile elde edilemedi... O halde ne idi? Bir savcının (Afyon savcısının) tahminine göre, memlekette lâakal 500–600 bin kişi nasıl olmuş da bu zâtın etrafında toplanmıştı? Ve bu âdet, günden güne neden artıyordu? * * * Evet, ortada bir topluluk vardı. Fakat bu topluluk, kànunun müdahale çerçevesine girmiyordu. Bir cemiyet gibi programı, teşkilâtı, âzası yoktu. Bir parti gibi siyasî bir programa ve teşkilâta tâbi değildi. Kazıyye–i muhkeme haline gelen mahkeme kararıyla, bu cihet tebeyyün ve tahakkuk etmişti. Böyle maddî yollardan gidilmek şartıyla, daha senelerce tahkikat ve tetkikat yapılsaydı, yine bir neticeye varılamazdı. Çünkü bu, gönüllerde yaşayan ruhî bir rabıta idi. Belki de, devr–i sâbık (tek parti) hükûmetleri, üzerine fazla gitmekle bu işi alevlendirdi, genişletti, önüne geçilemez bir hale gelmesine sebep oldu. İstibdat ve diktatörlük zamanının Dahiliye Vekilleri, bu harekete "irtica" damgasını vurabilmek için çok çalıştılar. Fakat, muvaffak olamadılar. Hapisler, nefiyler, taarruzlar, kitle halinde tevkifler, muhakemeler... Hiçbir şey kâr etmedi. Bilâkis, bunlar şöhretinin yayılmasına hizmet etti. Ortada mesuliyeti mucip, kànuna aykırı hiçbir şey yoktu. Ortada, yalnız bir "Risâle–i Nur" vardı. Bu Risâleler, elyazısıyla yüzlerce, binlerce nüshası etrafa dağılıyordu. Bu Risâleler, toplatıldı. Mahkeme yoluyla, ehl–i vukufa tetkik ettirildi. Yine, kànuna aykırı hiçbir şey görülmedi. Yüzlerce mahkeme kararıyla da, bu hakikat teyid edildi. Risâle–i Nurların, vatana millete zararlı, dolayısıyla kànunlara aykırı hiçbir tarafının bulunmadığı gerçeğinin, bilirkişi raporlarıyla ve âdil mahkeme kararlarıyla da kesinlik kazandığını anlatan Eşref Edib`in makalesi, şu sözlerle devam ediyor: ........................... ...Bu itibarla, Risâleler alabildiğine çoğaldı. `İhvan–ı Safâ` risâleleri gibi bir mahiyet aldı. 130 parçadan ibaret olan bu Risâleler, binlerce sahife teşkil eder. Bazı Risâleler kısa makaleler şeklinde, bazısı da birer kitap halindedir. Elyazması Nur Risâleleri, para ile satılmaz, meccânen dağıtılırdı. Eski harflerle (Osmanlıca) kitap basımı kànunen yasak olduğu için, bu Risâleler elyazısıyla mütemadiyen istinsah ediliyor, çoğaltılıyordu. İşini gücünü terk edip, hayatını bu hizmete vakfedenler vardı. Kur`ân–ı Kerim`i yazan hattatlar gibi, Nur Risâlelerini istinsah edenler de ecir ve sevaba nail olduklarına itikad ederlerdi. Son zamanlarda bu Risâleler yeni harflerle de basılmaya başladı. İşte, ortada bu Risâlelerden başka hiçbir şey yoktu. Ne tarikat, ne cemiyet, ne de bir siyasî parti. ...Üstad Bediüzzaman, müddet–i hayatında günde bir kap yemekten fazla yemek yemiş değildir. Çoğu zaman, ekmeğini suya bandırarak geceyi geçirdi. Gece gündüz ibadetle meşguldü. Yanında, Kur`ân`dan başka hiçbir kitap yoktu. Bütün ilhamını Kur`ân`dan alırdı. Kendi yazmaz, dikte eder, talebeleri yazardı. Hapishanede tecrit edildiği, kimseyle görüştürülmediği halde, Nur Risâleleri yazılıp intişar ederdi. Talebeleri de, Nur Risâlelerini yazmak suçuyla mahkûm olarak hapishaneye, Üstad`ın yanına girmeyi en büyük zevk ve sevab addederlerdi. Zahiren bakanlar, Üstad`ı bir tarikat ehli zanneder. Halbuki, tarikatla bir alâkası yok. O bütün kuvvetini iman ve Kur`ân hakikatini neşr ve iman hizmetine vermişti. Üstad`ın talebelerine verdiği dersin fâtihası şudur: "Biz ehl–i tarikat değil, ehl–i hakikatiz. Rehberimiz Kur`ân, şiârımız iman ve irfandır. Filhakika, bir Nur Talebesinin imanı şâyân–ı hayret derecededir. İman hakikati karşısında, hayatın hiç kıymeti yoktur. Bütün gayeleri iman ve irfandır. Dünyevî hiçbir ihtirasları yoktur. Bu derece ahlâk ve fazilet sahibidirler. Farzları ifaya son derece itina ederler. Menhiyattan (günahlardan) şiddetle içtinap ederler. Çalışkandırlar. Hayatlarını kazanırlar. Büyük feragat sahibidirler. Ayrıca, Komünizm ve Masonluğa karşı fikrî mücadeleyi en büyük vazife telâkki edeler. İmân ve irfân mektebi ...Nur Talebeleri, Komünizm ve Masonluğu imâna musallat olan iki büyük ejder olarak kabul ederler. Yeryüzünde imansızlığı yerleştiren ve yayan bu iki teşekküldür. İman hudutlarını bunların taarruzundan korumak, her mü`min için bir vazifedir, derler. Onun içindir ki, üniversiteler ve halk tabakaları arasına yayılan Nur Talebeleri, bu iki cereyanla mücadele halindedirler. ...Nur Risâlelerinin ve talebelerinin hedefi, imânı kurtarmak, kalplere İlâhî irfanı yerleştirmektir. Nur Talebelerinin imânı, irfâna dayanır. Evet, irfân üzerine kurulan bir imân... Cehâletin en büyük düşmanıdırlar. Bu itibarla, buna bir mektep, bir ekol desek daha münasip olur: İmân ve irfân mektebi... Bu imân ve irfân mektebinin resmî binası, programı, teşkilâtı, tahsisatı, idaresi, merkezi, şubesi, âmiri–memuru yoktur. Hiçbir kayda tâbi değil. Yalnız, gönüller üzerine kurulmuş bir müessese... Said Nur Üniversitesi ...Nur imân ve irfân mektebi, zamanla, mekânla mukayyet (kayıtlı) değil. Hududu yok. Bu mektebin yalnız bir kitabı var: Kur`ân. Bütün ilhamları bu kitaptandır. Bu kitap, bitmez tükenmez bir hazinedir. Gelmiş, geçmiş ve gelecek bütün asırları doyurmaya bu hazine yeter. Nur Risâleleri, bu hazinenin damlalarıdır. Kalbinde imân ve irfânı olan her mü`min, bu mektebin talebesidir. Hiç kimseden izin almadan, hiçbir kayda tâbi olmadan bu mektebe girebilir. Çünkü, bütün mü`minler, bu mektebin tabiî talebesidir. Nur Risâleleri, birer derstir. Kişi onları isterse kendisi istinsah eder (çoğaltır), isterse hazır yazılmış veya basılmış olarak alır, okur, istifade eder. Artık, o vicdanıyla, kalbiyle, ruhuyla başbaşadır. Arada hiç bir vasıta yoktur. Nur Risâlelerinin müellifi (Bediüzzaman), yalnız bir "Üstad"dır. Dersini vermiştir. O kadar... Tıpkı, bir üniversite hocası gibi... * * * Üstad Said Nur, çok yüksek bir zekâ ve irfân sahibi idi. İmandan ibaret bir varlık... O, mü`minler için bir imân ve irfân mektebine ihtiyaç duymuş. Kalpleri dalâlet eşkıyasının taarruzlarından koruyacak bir üniversite... Bunu da, gönüller üzerinde kurmuş. Temelleri, dünya durdukça yıkılmasın, sapasağlam yaşasın diye... Üstad, derslerini vermiş, kenara çekilmiş. Artık bu mektebi mü`minler kendi kendine idare etsinler, demiş. Ne ücret, ne ünvan, ne pâye, ne heykel... Hiçbir şey istemiyor. Vazifesini yapan bir muallim, bir profesör gibi, kalbi neş`e dolu olarak ecel–i mev`udunu bekledi; böylece, nihayet Hakk`a yürüdü. İşte, Said Nur Mektebinin, Said Nur Üniversitesinin mahiyeti bence budur. Bunu anlamayan devr–i sâbık (geçmiş dikta devri), bundan ne kadar korktu, ne kadar heyecanlar geçirdi. Bunu bertaraf etmek için ikinci bir Menemen bile ihdas etmeyi düşündü. Buna bir "irtica" damgası vurmak için çok çalıştı. Fakat, muvaffak olamadı. Boş yere hem kendini zorladı, hem de bu mübarek zâtı türlü sıkıntılara, tazyiklere mâruz bıraktı. Zindanlarda ömrünü çürüttü. Hapishanelerde bile ihtilâttan (görüşmekten) men`etti. Netice ne oldu? Bir savcının tahminine göre, en az beş–altı yüz bin talebe Anadolu`nun her tarafına yayıldı. Talebenin her biri işiyle, gücüyle, yahut dersiyle, tahsiliyle meşgul. Kànuna aykırı en ufak bir hareketleri yok. Gönüller üzerine kurulan böyle bir irfân mektebinin kapanmasına imkân var mı?
  • tevcîhât (a.i. tevcîh'in ç.) Döndürmeler, çevirmeler. Tevcihler. Manâ vermeler, yorumlamalar. Bir kimseye veya topluluğa yapılan hitaplar. mec. Göndermeler. Rütbe vermeler. Verlen rütbeler. yeni izah tarzlarıyla, zamanın fehmine uygun yeni ikna usulleriyle ve yeni tevcihat(yönlendirmeler) ve tafsilât ile îfa-i vazife ederler. RNK-Tarihçe-i Hayat/757
  • müttebi' (a.s. tab'dan.) İttibâ eden, tâbi olan, uyan. Her asır başında hadîsçe geleceği tebşir edilen dinin yüksek hâdimleri, emr-i dinde mübtedi' değil, müttebidirler.  RNK-Şuâlar/818
  • inâyet-i hâssa Özel yardım, özel himaye, hususî lütuf; Cenab-ı Hakk'ın sevdiği kullarına yapmış olduğu hususi himayesi ve yardımı. Risaletü'n-Nur yüzünde irade-i âmmede, inâyet-i hâssa iltifatı, tevafuk zarfıyla ihsan edilmiş. RNK-Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî/66
  • taşnak Bir Ermeni komitası. Ermeni Taşnak fedailerine karşı çıkıp, o fedaileri durdurup dağıtmaya mecbur eden siz sevgili Üstadımızdaki ve talebelerinizdeki harika kuvvet, küçücük,  RNK-Şuâlar/651
  • leyle-i berât Berat gecesi, şaban ayının 15. gecesi.
  • Fransız İhtilâl-i Kebîri İnsanlık tarihinin en büyük toplumdan ayaklanmalarından biri olan Fransız İhtilali, 14 Temmuz 1789'da, Fransa'nın başkenti Paris'te, halkın Bastille Hapishanesi'ni basması, tutuklu ve hükümlüleri salıvermesi, kralcı devlet güçlerini saf dışı etmesiyle başladı. O döneme kadar Avrupa'yı ve dünyayı yöneten monarşik krallıkların ölüm çanını çalan bu ihtilalin adı, tüm dünyada, "İhtilal-i Kebir" olarak anılır. İnsan haklarının ve demokrasinin başlangıcının önemli köşe taşlarından sayılır. Fransa'da patlak vermesine karşılık, kısa sürede tüm dünyada etkileri görülüp yayılan bu devrim, Fransa kralı, saray görevlileri, soylular ve din adamlarının sömürüsüne karşı, burjuvazinin köylüleri ve işçileri de yanına alarak ayaklanması, sömürü düzenine belli ölçüde de olsa son vermesi, halkların, başlarında bir kral olmadan da cumhuriyet yönetimleriyle kendi kendilerini yönetebileceklerini göstermesi bakımından önem taşımaktadır. Fransa kralının, Etats Generaux denen yetkileri kısıtlı meclisin, ülke yararına aldığı bazı kararları kabul etmemesi ve meclisin dağıtılmasını istemesi, bu meclisin tepkisi ile karşılandı. Meclis kendisini "Milli Meclis" ilan etti ve üyeler, istenen reformlar yapılmadan dağılmamaya ant içti. Paris halkı da silahlanıp Bastille kalesini bastı ve buradaki hükümlü ve tutukluları salıverdi. İki hafta sonra Kurucu Meclis, insan hakları bildirisini yayınladı. Bu bildiri, tüm insanların hür doğup hür yaşayacakları, eşit haklara sahip oldukları, başkalarına zarar vermedikçe her dilediklerini yapmakta serbest oldukları, can, mal ve ırzın kutsal olduğu, yargılanmadan kimsenin suçlu sayılamayacağı gibi ilkelerdi.
  • hadeka (a.i.ç. ahdâk, hidâk.) Göz bebeği, gözün siyahı. Fakat saatimizin zembereğine ve gözümüzün hadekasına gelen bir saç, bir zerrecik dahi incitir. Ve bu noktada ehemmiyetlidir ki, maddî üç patlak ve mânevî üç müşahedeler tam tamına haber verdiler. RNK-Şuâlar/619
  • mecrûh (a.s. cerh'den.) Yaralanmış, cerh olunmuş, yaralı. İptal edilmiş. huk. İnandırıcı sözlerle çürütülmüş (fikir, mevzu, dava.) İnşaallah o bir dahi, bizi mecruh ve yaralı etmeyecek ve düşündükleri ve kasdettikleri bizi birbirinden ve Nurlardan kaçırmak plânları dahi akîm kalacak.  RNK-Tarihçe-i Hayat/740
  • Cercis Cercis Aleyhisselamın Şam civarlarında ve Filistin'de yaşadığı ve Hz. İsa'dan sonra geldiği için, onun dininin hükümlerini devam ettirdiği rivayet edilmiştir. Vazifesini ifa ederken birçok kişi ona tabi olmuştur. Hıristiyanlar tarafından St. Georges ismiyle anılan Hz. Cercis'in Filistin'in Remle kasabasında doğduğu ifade edilmektedir. Gerek Taberî tarihinde, gerekse kilise kaynaklarında, İsa Aleyhisselamdan sonra geldiği kaydedilmekte, Hz. İsa'dan (a.s.) sonra gönderilen peygamber olduğu rivayet edilmektedir.
  • Cercis Cercis Aleyhisselamın Şam civarlarında ve Filistin'de yaşadığı ve Hz. İsa'dan sonra geldiği için, onun dininin hükümlerini devam ettirdiği rivayet edilmiştir. Vazifesini ifa ederken birçok kişi ona tabi olmuştur. Hıristiyanlar tarafından St. Georges ismiyle anılan Hz. Cercis'in Filistin'in Remle kasabasında doğduğu ifade edilmektedir. Gerek Taberî tarihinde, gerekse kilise kaynaklarında, İsa Aleyhisselamdan sonra geldiği kaydedilmekte, Hz. İsa'dan (a.s.) sonra gönderilen peygamber olduğu rivayet edilmektedir. Cercis aleyhisselâm gibi ve Bedir, Uhud muharebelerinde çok cefa çekenler gibi, sabır ve rıza ile karşıladım. RNK-Tarihçe-i Hayat/873
  • dehan-ı hakikat Hakikat ağzı. lisan-ı risaletin irsiyet noktasında son dehan-ı hakikatı ve şem-i İlâhînin hizmet-i imaniye cihetinde bir son hâmil-i zîsaâdeti olduğuna şüphe yoktur. RNK-Şuâlar/821
  • Tîcânî Kuzey Afrika'da, hicri 1200 tarihlerinde Ahmed Tîcânî tarafından kurulan sünnî bir tarikat. Bu tarikata mensup olan kimse. mec. Dine aşırı ölçüde bağlı bulunan kimse. Eskilerin lüzumsuz keyfî kanunları ve su-i istimalleri neticesiyle, belki de tahrikleriyle zuhur eden Ticanî meselesini ve ağır cezalarını dindar Demokratlara yüklememek ve âlem-i İslâm nazarında Demokratları düşürmemenin çare-i yegânesi kendimce böyle düşünüyorum:     RNK-Emirdağ Lâhikası/549
  • miralay Alay kumandanı. Albay Meselâ, Nurlara mensup feriklerden ve miralaylardan sarf-ı nazar edip, Ankara'da Nur talebesi bir nefer askerin elinde, zararsız birkaç risale bulunmasıyla, buradaki mahkeme, meseleyi uzattırmaya vesile ediyorlar. RNK-Tarihçe-i Hayat/738
  • mişvâr-ı Ahmediye Hz. Muhammed'in (a.s.m.) hareketi, tavrı; Resulullah'ın tarzı, gidişatı. Ve ahlâk-ı Muhammediyenin (a.s.m.) tam âmili ve mişvar-ı Ahmediyenin (a.s.m.) ve hilye-i Nebeviyenin (a.s.m.) hakikî lâbisi olduklarını gösterirler. RNK-Tarihçe-i Hayat/758
  • müntehî (a.s. nihâyet'ten.) Nihayet bulmuş, sona ermiş, bitmiş, biten. Son, en son. Bir şeyi tamamlayan. Allah'ın birliğine ve Muhammed'in (a.s.m.) risaletine, sonra haşir ve neşre ve itikada müntehi olduklarını görürüz.  RNK-İlk Dönem Eserleri/167
  • hilye-i Nebeviye Resulullahın yüzü ve görünüşü. Ve ahlâk-ı Muhammediyenin (a.s.m.) tam âmili ve mişvar-ı Ahmediyenin (a.s.m.) ve hilye-i Nebeviyenin (a.s.m.) hakikî lâbisi olduklarını gösterirler.  RNK-Tarihçe-i Hayat/758
  • Babanzâde Ahmed Naim (1872-1934) Osmanlının son ve çalkantılı döneminde yaşamış, önemli fikir adamlarımızdan olup, aynı zamanda müderris ve mütercim olarak hizmet görmüştür. Süleymaniye kökenli Babanlar veya Babanzâdeler olarak bilinen aileye mensuptur. Babanzâde Ahmet Naim olarak tanınıp meşhur olmuştur. II. Meşrutiyet döneminde had safhaya ulaşan fikri mücadelelere katılmış, neşir yoluyla İslam’a hizmet etmeye çalışmıştır. Ömrü boyunca çok sağlam bir karakter örneği sergilemiş ve samimi bir dindar olarak tanınmıştır. Vefatı da namazda ve secdede bulunduğu sırada vuku bulmuştur. Birkaç dil bilen, Doğu ve Batı kültürüne aşina, önemli bir ilmi birikime sahip olmasına rağmen hiçbir zaman kibirlenmemiş ve mütevazı kişiliğini hep muhafaza etmiştir.   Mehmet Akif, Ömer Ferit Kam, İ. Hakkı İzmirli gibi ünlü simaların katıldığı ve sık sık toplanan fikir meclislerinde Bediüzzaman’ın sohbet arkadaşları arasında yer almıştır. Risale-i Nur’da ismi, söz konusu sohbetlere katılıp Bediüzzaman’la “tatlı tatlı” müzakerelerde bulunan Naim’ler olarak geçmektedir.   Ahmed Naim, Babanzâde Mustafa Zihni Paşa’nın oğlu olarak 1872 yılında Bağdat’ta doğdu. İlk eğitimini burada gördü. Bağdat Rüştiyesini bitirdikten sonra İstanbul’a gelerek Galatasaray Sultanisi’nde (Lisesi) okumaya başladı. Bu okuldan sonra Mülkiye Mektebine devam etti. İlk memuriyetine Hariciye Nezareti Türcüme Odasında başladı. Daha sonra 1911 yılında Eğitim Bakanlığı Yüksek Eğitim Müdürlüğünde çalışmalarını sürdürdü.   1912-1914 yılları arasında Galatasaray Lisesinde ders vermeye başlayan Ahmed Naim, burada Arapça derslerini okuttu. Bir süre Eğitim Bakanlığı Telif ve Tercüme Odası üyeliğinde de bulundu. Tercüme Dairesi bünyesinde kurulan Istılahat-ı İlmiye Encümeni çalışmalarında bulundu. Bu kurum tarafından hazırlanıp yayımlanan Felsefe Istılahları ve Sanat Istılahları adlı kitapların hazırlanmasında büyük emeği geçti. 1915 yılında Darülfünun Edebiyat Fakültesi’nde ders vermeye başladı. Fakültede mantık, felsefe, ruhiyat ve ahlak derslerini okuttu. Bir ara Darülfünun (Üniversite) rektörlüğünde de (umum müdür) bulundu.   Ahmed Naim, Darülfünunun 1933 yılında kaldırılışına ve üniversiteye dönüştürülüşüne kadar buradaki görevini devam ettirdi. Yeni kurulan üniversitelere birçok arkadaşı gibi kendisi de alınmadı. Böylece yeni dönemde kendisine görev verilmedi ve emekli oldu.   Doğu ve Batı kültürüne aşina olan ve bunları çok iyi bilen Ahmed Naim, Arapça, Farsça ve Fransızca’yı çok iyi derecede bilmekteydi. Arap edebiyatından seçtiği ve tercüme ettiği parçaları 1901 yılında Servet-i Fünun dergisinde yayımlamaya başladı. Yazılarını “Bedayiu’l-Arab” başlığıyla neşretti. Bir konuyu yazmadan önce, Doğu ve Batı kaynaklarında iyice inceler, daha sonra kaleme alırdı. Tercümelerinde de tenkit ve tercihlerini kullandı. Kuru bir tercüme yapmaktan kaçınarak taklitçiliye sapmadı. Tercümelerde çok önemli bir durum arz eden terimin tam karşılığını bulma konusunda çok titiz davrandı. Tercümelerdeki titizliği ve başarısını Georges Fonsgrive’in psikoloji kitabını Türkçe’ye çevirmede gösterdi. Bu eseri dilimize İlmü’n-nefs adıyla tercüme etti.   Ahmed Naim, hem tercümelerinde hem de yazdığı eserlerinde dili iyi kullanmadaki başarısını güzel bir şekilde gösterdi. İfrat ve tefrite kaçmadan, zamanın önemli hastalıklarından olan maddeciliğe sapmadığı gibi, eski usullerin aynen taklit edilmesine de karşı çıktı. Arapça öğreniminde olduğu gibi hadis ilminde de zamanın şartlarına uygun usullerin kullanılması gerektiğini savundu. Türkçe’yi çok güzel ve ustalıkla kullanmasına rağmen Arapçacı olmakla itham edilip tenkit edildi.   İstikrarlı bir hayat yaşayan Ahmed Naim, güzel meziyetleri ve fikirleri kimden gelirse gelsin takdir edip benimseyen kadirşinas bir sima olarak tanındı. Kendi meziyetlerini mümkün mertebe gizlemeye çalışıp, kibirden uzak dururken, düşmanlarında bile olsa güzel meziyetlere değer verip destek oldu. Hayatta iken çok iyi dost, vefatından sonra ise kabir komşusu olduğu Mehmed Akif tarafından büyük övgüler aldı. Akif onu; dinlemesini bilen, sorulmadıkça kendisinde olan bilgileri söylemeyen, sözü senet teşkil edecek kadar güven duyulan bir adam olarak tavsif edildi.   En çok hoşlandığı şeylerin başında ilim ve irfan sahibi kimselerle sohbet etmek gelirdi. Risale-i Nurda, Bediüzzaman’ın sohbet arkadaşları arasında ismi zikredilmektedir. II. Meşrutiyet döneminin yaşandığı ve ilmi müzakerelerin, neşriyatın adeta had safhada bulunduğu bu zaman zarfında, özellikle İslam’a karşı yapılan örtülü ve açıktan saldırılara karşı alimler, fikri alanında büyük mücadele vermekteydiler. Ünlü alimler, bu maksatla sık sık bir araya gelerek ilmi tartışmalarda ve sohbetlerde bulunmaktaydılar. Bediüzzaman’ın sohbet arkadaşları arasında Ahmed Naim de yer almaktaydı. Bediüzzaman’ın katıldığı toplantıları güzel bir şekilde yazıya döken Eşref Edip şunları aktarmaktadır:   “Üstadla tanışmamız kırk seneyi geçti. O zamanlar hemen her gün idarehaneye gelir; Akif'ler, Naim'ler, Ferit'ler, İzmirli'lerle birlikte saatlerce tatlı tatlı musahabelerde bulunurduk. Üstad, kendine mahsus şivesiyle yüksek ilmî meselelerden konuşur, onun konuşmasındaki celâdet ve şehamet bizi de heyecanlandırırdı. Harikulâde fıtrî bir zekâ, İlâhî bir mevhibe... En mu'dil meselelerde, zekâsının kudret ve azameti kendisini gösterir. Daima işleyen ve düşünen bir kafa. Nakillerle pek meşgul değil. Onun rehberi yalnız Kur'ân. Bütün feyiz ve zekâ kaynağı bu. Bütün o lem'alar, doğrudan doğruya bu kaynaktan nebean ediyor…” (Tarihçe-i Hayat, 1996, s. 541).   Felsefe ilmiyle uğraşan Ahmed Naim, Batılı iki-üç filozof dışında diğerleri tarafından Allah’ın varlığının inkar edilmediğini belirtti. Bu yüzdendir ki, Tevfik Fikret’in dalalete düşmesine anlam veremedi. Bu durumu, felsefe ilminde olgunlaşamamasına bağladı. Abdullah Cevdet’i de; büyük manevi değer ve destekten mahrum, bedbaht, ölmeye mahkum bir kimse olarak tarif etti. http://www.dinibilgiler.org/BirBileneSoralim/Aciklama/Kaynak_A.htm).   Ahmed Naim’in, üstün bir şahsiyet olduğu Ali Ulvi Kurucu’nun hatıralarında da karşımıza çıkmaktadır. Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi tarafından hazırlanan ve ayan olması istenenler arasında kendi isminin de kayıtlı olduğunu öğrenince, sabahın erken saatinde hocanın evine gitti. Böyle erken saatte onu görmeye alışık olmayan hoca onu karşısında görünce şaşırdı. Hemen söze girerek duyduklarını anlattı:   “Âyan listesi hazırlanmış, benim de ismimi koymuşsunuz. Memlekete kaht-ı rical mi geldi efendim? Ben kim oluyorum ki âyan olayım? Ben bu parayı nasıl çocuklarıma yedireceğim?” (http://www.yeniasya.com.tr/2003/03/18/yazarlar/sabandogen.htm) diyerek, büyük bir tevazu örneği ve takva sahibi olduğunu gösterdi.   Irkçılık konusunda çok hassas olan Ahmed Naim, yazdığı makalelerinde İslam dininin önemli esaslarından birisinin “Müslümanlar kardeştir” düsturu olduğuna vurgu yaptı. Bir milletin arasında milliyetçilik ve ırkçılığın engellenmemesi halinde, o millet arasında kardeşlikten eser kalmayacağını ve yaşamasının da mümkün olmayacağını ifade etti. Bu konudaki samimi ve hassasiyetine karşılık; Türkçülük akımına karşı çıkması ve bu akıma cephe alması, Türk olmamasına bağlanmaya çalışıldı.   Babanzâde Ahmed Naim, 13 Ağustos 1934’te öğle namazını kıldığı esnada ikinci rekatta ve secdede iken vefat etti. Vefatı üzerine mersiye yazan Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendinin oğlu İbrahim Sabri Bey duygularını; “Yurdun harabesinde bir zelzeleye meşhur / Bir burç düşmüş olmaz hâk ma’mur./ Bir ruh Arş’a çıkmış, bir ruh kırmış arzı, / Ölmüş Nâim Bey eyvah, sönmüş vatanda bir nur.” dizeleriyle kaleme aldı.   Eserleri   Tevfik Fikret’e Dair adlı eserini, Türk Ocağı’nda bir konferans veren, Tevfik Fikret’i savunmasına karşılık Mehmed Akif ve bazı İslam alimlerini eleştiren Dr. Rıza Tevfik’in bu davranışları üzerine kaleme aldı. Ahlak-ı İslamiye Esasları, bir makale olup Lahey’de toplanan Ahlak Terbiyesi Kongresi’nde sunulmak üzere hazırlanmıştır. İslamiyet’in ırkçılığı men ettiğine dair yazdığı eseri İslamda Dava-yı Kavmiyet adını taşımaktadır. Nevevi’ye ait olan Arapça eseri Kırk Hadis adıyla tercüme etmiştir. Bunların dışında, hocalık yaptığı dönemde ders olarak okuttuğu ve daha sonra kitap olarak neşredilen eserleri vardır. Ayrıca, başta Sırat-ı Müstakim ve Sebilürreşad olmak üzere muhtelif dergilerde bir çok makalesi yayımlanmıştır.    3/4/2005 Doğrunun Kaynağı Ve Doğru Bir Kaynak Babanzâde Ahmed Naim (1872-1934) Medeniyetlerin Kırılma Noktasında 
  • Ömer Ferit Kam (1864-1944) Mutlakıyet, Meşrutiyet, Cumhuriyet döneminde geçen ve seksen yılı bulan bir ömür yaşamıştır. Son dönem şair, yazar ve düşünce adamlarımızdandır. Darülfünunda müderris olarak görev yapmış ve muhtelif dersler okutmuştur. Fikri yazıları ve makalelerini Sırat-ı Müstakim ve Sebilürreşat dergilerinde yayımlamıştır. Darü’l-Hikmeti’l-İslamiye’de vazife alan alimlerimizdendir. 1928 yılında toplanan ve dinde reformu görüşen komisyonda bulunmuş olmakla birlikte, hazırlanan rapora imza koymamıştır. Darülfünunların üniversiteye dönüştürülüp yeniden yapılandırıldığı yeni dönemde kendisine görev verilmemiş ve dışarıda bırakılmıştır. Risale-i Nur’da adı Bediüzzaman Said Nursi’nin, II. Meşrutiyetin ilan edildiği yıllardaki sohbet arkadaşları arasında “… Ferit’ler…” olarak geçmektedir. Ömer Ferit, 1864 yılında İstanbul’da doğdu. Beylerbeyi Rüştiye Mektebini bitirdikten sonra, babasının yönlendirmesi ve isteği ile Mülkiye mektebine başladı. Ancak, bir yıl sonra bu okulu bırakıp Hukuk mektebine gitti. İkinci sınıfta okuduğu sırada babası vefat etti. Bunun üzerine okulu yarım bıraktı. Özel hocalardan ders almak suretiyle yarım kalan eğitimini tamamlamaya çalıştı. Dil eğimine ağırlık vererek Arapça, Farsça ve Fransızca’yı öğrendi. Ömer Ferit, öğrendiği dillerin yanında hadis ilminde de önemli bir eğitim alarak ilmi birikimini arttırdı. Hadis ilmi dalında, daha çok Mehmed Nüzhet Efendiden ders aldı. Yirmi üç yaşlarında çalışma hayatına atılarak ilk önce Babıâli Tercüme Odası’nda 1887 tarihinden itibaren çalışmaya başladı. 1888’de ise daha önce mezun olduğu Beylerbeyi Rüştiyesi’ne Fransızca öğretmeni olarak geri döndü. Çalışma hayatına atıldıktan sonra ilmi çalışmalarını devam ettiren Ömer Ferit, medrese eğitimini de ihmal etmedi. Bu eğitimini tamamladıktan sonra 1905’te Mustafa Asım Efendiden icazet alarak mezun oldu. Şiire olan ilgi ve alakasından dolayı önemli bir ödül aldı. İran’ın İstanbul elçisi Rıza Daniş Han Lahey Barış Konferansı münasebetiyle bir şiir yazmıştı. İşte bu şiiri Türkçe’ye çevirmesi üzerine İran Devleti tarafından kendisine “Şîr-i Hurşîd” nişanı verildi. Araştırma, inceleme ve yazı çalışmalarını sürdüren Ömer Ferit, Sırat-ı Müstakim ve Sebilürreşat dergilerinde yazı yazanların ilklerinden olduğu gibi, sürekli yazanlarından da biri oldu. Dergi adına, Avrupa’nın durumu hakkında bilgi edinmek, alim ve felsefecilerle fikir alışverişinde bulunmak üzere 1913 yılında Avrupa’ya gönderildi. Seyahat dönüşü izlenimlerini, “Avrupa Mektupları” adı altında Sebilürreşad’da yayımladı. Ömer Ferit, 1914 yılında, Üniversitede Mehmed Akif’in yerine Türk Edebiyatı müderrisliği yapmaya başladı. Üç yıl sonra Süleymaniye Medresesi’nde Genel Felsefe Tarihi müderrisliği yaptı. 1919’da ise Bediüzzaman Said Nursi’nin de vazife yaptığı Darü’l-Hikmeti’l-İslâmiye üyeliğine tayin edildi. Edebiyat Fakültesindeki görevini de sürdürmekte olup, 1920 yılında “şerh-i mütun” adını taşıyan ve edebi eserlerin şerh edildiği dersin müderrisliğini yapmaya başladı. Kurtuluş Savaşı’nın verildiği, büyük sıkıntıların çekildiği dönemde bir süre de olsa boşta kalan Ömer Ferit, 1923 yılında yeniden Süleymaniye Medresesi’ndeki müderrislik vazifesine döndü. Medreselerin lağvedilip kaldırılmasından sonra Tetkikat ve Te’lifat-ı İslamiye üyeliğine atanması üzerine Ankara’ya gitti. Kısa bir süre Ankara’da kaldıktan sonra Üniversitenin İran Edebiyatı müderrisliği göreviyle yeniden İstanbul’a geri döndü. Ömer Ferit, 1933 yılına kadar Darülfünundaki görevini sürdürdü. Ancak bu tarihte Darülfünun yeniden yapılandırılarak İstanbul Üniversitesi’ne dönüştürüldü. Yeniden yapılandırma ile birlikte birçok bilim adamı görevinden uzaklaştırıldı. Uzaklaştırılan ve yeni dönemde kendisine görev verilmeyenler arasında yer aldı. 1928 yılında, dinde reform ve modernleşmeyi görüşüp üniversite kanalıyla Milli Eğitim Bakanlığına teklifte bulunmak üzere, Prof. Mehmet Fuat Köprülü başkanlığında, birçok ilahiyatçı, psikolog ve mantık profesörünün aralarında bulunduğu bir komisyon kuruluştu. Komisyon Haziran 1928’de hazırladığı raporu yayınlamıştı. Buna göre; oturacak sıraları, gardıropları olan camilerden, temiz ayakkabılarla camilere girilmekten, ibadet dilinin tamamen Türkçe olmasından söz edilmekte ve bu yönde tavsiyelerde bulunulmaktaydı. Ayrıca, camilere yerleştirilecek müzisyen ve müzik aletlerine duyulan ihtiyaçtan dolayı, “Modern ve kutsal enstrümantal müzik ihtiyacı acildir” (Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, Türk Tarih Kurumu, 8. Baskı, Ankara 2000, s. 409-410) denilmekteydi. İşte bu heyet üyeleri arasında Ömer Ferit Kam ve Risale-i Nur’da adı geçen Babanzade Ahmed Naim de bulunmuşlardı. Camileri adeta birer kilise haline getirmeyi amaçlayan projeye bu iki şahıs imza koymamışlardı.(http://home.kabelfoon.nl/~cavus/tarihten/tarihten_sayfalar5.html) Dinde reform projesine imza koymayan Ahmet Naim gibi Ferit Kam da üniversitelerin yeniden yapılanmasından sonra dışarıda bırakıldı ve kendilerine görev verilmedi. Ömer Ferit Bey, 1933 yılından itibaren meraklılarına eski metinleri okutmakla zamanını değerlendirmeye çalıştı. Bu arada Eğitim Bakanlığı Kütüphaneleri Tasnif Komisyonu üyesi olarak 1936-1941 arasında hizmet gördü. 23 Mart 1943 yılından itibaren de Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nde İran Edebiyatı öğretim üyeliğine atandı. Bu yeni görevinde bir süre hizmet ettikten sonra 22 Mayıs 1944 tarihinde vefat etti. Uzun süre Darülfünun’da müderris olarak görev yaptığından dolayı profesör olarak da anılan Ömer Ferit Kam’ın ismi Risale-i Nur’da da zikredilmektedir. Eşref Edip tarafından kaleme alınan ve “Tahlil” başlığı altında yer alan yazıda, Bediüzzaman ve çevresinin, II. Meşrutiyetin hararetli zamanlarında toplantılarında yaptıkları sohbet ve müzakerelerinden söz edilmekte, önemli meselelerin görüşülüp tartışıldığı bu toplantı ve sohbetlere katılanlarından birisinin de Ömer Ferit Bey olduğu anlaşılmaktadır. Yazıda ismi, “Akif’ler, Naim’ler, Ferit’ler… şeklinde zikredilmektedir (Tarihçe-i Hayat, 1996, s. 541). Ömer Ferit Bey, ilmi çalışmalarında felsefe, tasavvuf, edebiyat ve tarih üzerinde yoğunlaşmış, küçük yaşından itibaren eski divanlara ilgi duyduğundan bunları okumuş, bilgisini pekiştirmek için de klasik kaynakları incelemiştir. Daha çok Türk ve Fars edebiyatı üzerinde çalışmış olmakla beraber, Fransız Edebiyatını da incelemiş ve bazı eserleri okumuştur. Kainatta bir bütünlüğün mevcudiyetine dikkat çeken Ömer Ferit Kam, insan düşüncesinin her türlü metafizikle bir şekilde ilgisi bulunduğunu belirtmiştir. Maddi varlıkların mevcudiyeti belirli unsurlara bağlı olduğu gibi, insan düşüncesinin silsile halinde uzamasının da peygamberlerin getirdiği dinlere dayandığını ifade etmiştir. Ona göre, insanların sahip olduğu maddi ve manevi şeyler, asırların ihtiyacına göre dinin telkin ettiği kural ve ilkelerden ibarettir. Ahlakın da temeli dine dayanmaktadır. Eserleri Henüz daha on yedi yaşında iken yazmaya başladığı ve yirmi iki yaşına kadar sürdürdüğü şiirleri, mesnevi, kıta ve gazelleri Türrehat adı altında yayımlanmıştır. Bu yazılarında Abdülhak Hamid’in etkisi görülürken, aynı zamanda yazarın kararsız fikri durumu, manevi arayışları, endişe ve heyecanlarının ön plana çıktığı dikkat çekmektedir. Eski metinlerin şerhi, açıklama getirmesi ile ilgili ders notları Şerh-i Mütun adı altında toplanırken, 1915-1916 yılları arasında okuttuğu ders notları da Asar-ı Ebediyye Tetkikatı Dersleri adı altında yayımlanmıştır. Ömer Ferit Kam’ın İran Edebiyatı üzerinde yaptığı çalışmaları da bilinmektedir. İran Edebiyatı Tarihi adını taşıyan eseri klasik bir edebiyat tarihi olup, İran edebiyatının ilk örneklerinden Sadi Şirazi’ye kadar olan kısım yayımlanmıştır. Felsefe ile ilgili çalışmalarından birisi Felsefe Lugatçesi adını taşımaktadır. Bu eserde İslam Felsefesi ile ilgili terimlere yer verilmiştir. Bunların dışında Dini Felsefi Musahabeler, Afgan Şairleri, Vahdet-i Vücud, Mebadi-i Felsefeden İlm-i Ahlak, İlm-i Maba’de’t-tabi’a adını taşıyan eserler de kaleme almıştır.  3/11/2005 Risale-i Nur, Annelik ve Şefkat Ömer Ferit Kam (1864-1944) 
  • ferdâ Yarın, yarınki günün ertesi, ertesi gün, öbür gün. Âti, gelecek zaman. mec. Âhiret, öbür dünya, kıyâmet. Akşam namazından sonra, ferdâsı öğleye kadar kimseyi kabul etmez, ibadetle meşgul olur. Pek az uyur. Talebelerini de siyasetten şiddetle men eder RNK-Tarihçe-i Hayat/783
  • mu'dil, mu'dile (a.s. ç. mu'dilât.) Zor, güç ve çetin. En mu'dil meselelerde, zekâsının kudret ve azameti kendisini gösterir.  RNK-Tarihçe-i Hayat/781
  • mevhibe (a.i. ç. mevâhib.) İhsan, bağış, hediye, vergi. Bu hal ise beşerde olamaz; eğer olsa, Hâlık-ı Âlem tarafından verilmiş bir harika, bir mevhibe olur. Bu ise, tek başıyla bir mu'cize-i âzamdır.  RNK-Mektubat/163
  • ikbâl Bir şeye yönelme, teveccüh etme, birine doğru dönme. Baht, talih düzgünlüğü, talih açıklığı, yüksek bir mevkiye erişme. İşlerin yolunda gitmesi, halin iyi olması. Arzu, istek. Madem İslâm âlimleri, hadis-i şerife göre, dünya ikbal ve heveslerinin peşinde koşmadıkça, peygamberlerin en emin vârisleridirler.  RNK-Tarihçe-i Hayat/780
  • a'mak (a.i. umk'un ç.) . Derinlikler Tarihin a'mâkına gömülen ve mâziden istikbale atlayan ecdadlarımıza, bu millet-i İslâmı parçalamak için bin dört yüz seneden beri hücum eden küffar orduları, en nihayet Birinci Harb-i Umumîde emellerine muvaffak oldular.  RNK-Tarihçe-i Hayat/771
  • lâbis Giyen, giymiş, giyinmiş. Muhammediyenin (a.s.m.) tam âmili ve mişvar-ı Ahmediyenin (a.s.m.) ve hilye-i Nebeviyenin (a.s.m.) hakikî lâbisi olduklarını gösterirler. RNK-Şuâlar/819
  • fuhûl-i ulemâ Büyük âlimlerin ileri gelenleri, âlimlerin en değerlileri, üstünleri. İlim ve faziletçe emsallerinden üstün olan âlimler. Eserleriyle fuhul-i ulemanın ve fuhul-i müfessirînin en yükseği olan Bediüzzaman Hazretlerine, kıymettar ve mübarek bir mücahid âlim tarafından yazılmış olan bir tebriki takdim etmiştik.   RNK-Tarihçe-i Hayat/771
  • bînazir f. Benzeri olmayan, eşsiz, benzersiz, nazirsiz. deryâ-yı Nurun da bînazîr ve hayret-bahş bir baharı; Minhaclar, Mirkatler, İstiâzeler ve emsâli lâtif, şirin, RNK-Barla Lâhikası/257
  • tilkâ-i nefs Nefis tarafı, nefis ciheti. Bunların, Kitabullahın tefsiri ve ahkâm-ı diniyenin izahı ve zamanın fehmine ve mertebe-i ilmine göre tarz-ı tevcihi sadedinde yazdıkları eserler kendi tilka-yı nefislerinin ve karîha-i ulviyelerinin mahsulü değildir, kendi zekâ ve irfanlarının neticesi değildir.  RNK-Şuâlar/819
  • karîha-i ulviye Üstün fikir kabiliyeti. ve mertebe-i ilmine göre tarz-ı tevcihi sadedinde yazdıkları eserler kendi tilka-yı nefislerinin ve karîha-i ulviyelerinin mahsulü değildir, kendi zekâ ve irfanlarının neticesi değildir. RNK-Şuâlar/819
  • âsâr-ı bergüzide Yüksek değerdeki eserler, değeri yüksek olan eserler. Bu zevât-ı mukaddesenin, o âsâr-ı bergüzîdenin tanziminde ve tarz-ı beyanında bir hisseleri vardır; yani bu zevât-ı kudsiye, o mânânın mazharı, mir'âtı ve ma'kesi hükmündedirler.   RNK-Tarihçe-i Hayat/758
  • âsâr-ı bergüzide Yüksek değerdeki eserler, değeri yüksek olan eserler. Bu zevât-ı mukaddesenin, o âsâr-ı bergüzîdenin tanziminde ve tarz-ı beyanında bir hisseleri vardır; yani bu zevât-ı kudsiye, o mânânın mazharı, mir'âtı ve ma'kesi hükmündedirler.   RNK-Tarihçe-i Hayat/758
  • 1-zevâhir(a.i.zâhir ve zâhire'nin ç.) 2-zevâhir(a.i. zühre'nin ç.) 3-zevâhir(a.i. zâhir'in ç.) 1-Dış yüzler, dış görünüşler, dış görünüş.    Yüksek yerler, göze çarpan yerler. 2-Çiçekler. 3-Çoşkun denizler. İşte o da bazı zevâhiri, delil-i aklînin hilâfına imâle edip, hilâf-ı vâkıa ihtimalidir.     RNK-Muhâkemat/172
  • ledünniyât İlahi bilgiler, ilahi sırlar. Allah vergisi olan mânâ ilimleri mec. Bir işin gizli yönleri, iç yüzü. ve ledünniyat ve hakaik-ı eşyaya ve esrar-ı kâinata ve hikmet-i İlâhiyeye vâris kılınmıştır ki,  RNK-Tarihçe-i Hayat/759
  • 1-mesbûk(a.s. sebkat'den.) 2-mesbûk(a.s. sebk'den.) 1-Geçmiş.    Sebkedilmiş. Arkada bırakılmış. Başkasından geri kalmış.    İlmihalde: Evvelce imamla namaza durmamış olup, sonradan imama uyan. 2-Kalıba dökülmüş. Bu harika-i ilmiyenin eşi asla mesbuk değildir.  RNK-Şuâlar/820
  • mevhibe-i mutlaka Mutlak Allah vergisi. ve istiğna-yı mutlak teşkil eden harikulâde metanet-i ahlâkiyesi ile bizzat bir mu'cize-i fıtrattır ve tecessüm etmiş bir inayettir ve bir  RNK-Şuâlar/820
  • rû-nümâ f. Yüz gösteren, meydana çıkan. i. Yüz görümlüğü. Mezâya-yı âliye ve fezâil-i ilmiyesiyle de din-i Muhammedînin (a.s.m.) neşrinde ve isbatında bir kemâl-i tam halinde rû-nümâ olmuş olan böyle bir zât elbette Seyyidü'l-Enbiya Hazretlerinin (a.s.m.) en yüksek iltifatına mazhar ve en âlî himaye ve himmetine nâildir RNK-Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî/356
  • âllâme-İ bîadîl  Benzeri ve dengi olmayan allâme. O zât-ı zîhavârık, daha hadd-i bülûğa ermeden bir allâme-i bîadîl halinde bütün cihan-ı ilme meydan okumuş, münazara ettiği erbab-ı ulûmu ilzam ve iskat etmiş,  RNK-Tarihçe-i Hayat/759
  • işârât-ı riyâziye Matematiksel işaretler, belirtiler. Arapça'da her bir harfin bir sayıya karşılık geldiği matematiksel bir hesap sistemi ile yapılan işaretler, tarih düşürmeler. Envâr-ı Muhammediyeyi (a.s.m.) ve maarif-i Ahmediyeyi (a.s.m.) ve füyuzât-ı şem'-i İlâhîyi en müşa'şa bir şekilde parlatması ve Kur'ânî ve hadîsî olan işarât-ı riyaziyenin kendisinde müntehî olması ve hitabât-ı Nebeviyeyi (a.s.m.) ifade eden âyât-ı celîlenin riyazî beyanlarının kendi üzerinde toplanması delâletleriyle o zât hizmet-i imaniye noktasında risaletin bir mir'ât-ı mücellâsı ve şecere-i risaletin bir son meyve-i münevveri ve lisan-ı risaletin irsiyet noktasında son dehan-ı hakikatı ve şem-i İlâhînin hizmet-i imaniye cihetinde bir son hâmil-i zîsaâdeti olduğuna şüphe yoktur.   RNK-Şuâlar/821
  • füyûzât-ı şem-i İlâhî İlâhî ışığın feyizleri. mec. Kur'ân-ı Kerim'in feyizleri.   Envâr-ı Muhammediyeyi (a.s.m.) ve maarif-i Ahmediyeyi (a.s.m.) ve füyuzât-ı şem'-i İlâhîyi en müşa'şa bir şekilde parlatması ve Kur'ânî ve hadîsî olan işarât-ı riyaziyenin kendisinde müntehî olması ve hitabât-ı Nebeviyeyi (a.s.m.) ifade eden âyât-ı celîlenin riyazî beyanlarının kendi üzerinde toplanması delâletleriyle o zât hizmet-i imaniye noktasında risaletin bir mir'ât-ı mücellâsı ve şecere-i risaletin bir son meyve-i münevveri ve lisan-ı risaletin irsiyet noktasında son dehan-ı hakikatı ve şem-i İlâhînin hizmet-i imaniye cihetinde bir son hâmil-i zîsaâdeti olduğuna şüphe yoktur.   RNK-Tarihçe-i Hayat/760
  • müşa'şa (a.s. şa'şa'dan.) şa'şaalı, debdebeli, tantanalı, gösterişli. Parlak, parlayan, parıldayan. İkincisi: Üslûb-u müzeyyendir. Abdülkahir'in Delâilü'l-İ'câz ve Esrarü'l-Belâga'sındaki müşa'şa ve parlak kelâmı gibi.   RNK-Muhâkemat/121
  • imâle Bir tarafa meylettirmek. Bir tarafa eğmek. Benzetmek. Mal vermek. Edb: Bir heceyi vezne uydurmak için uzatarak okumak. Tarîk-ı Kur'ân olan tahkik ve hidayete muhaliftir. İşte o da bazı zevâhiri, delil-i aklînin hilâfına imâle edip hilâf-ı vâkıa ihtimalidir.     RNK-İlk Dönem Eserleri/256
  • ter ü tâze Çok körpe, çok taze. Pek lâtif. Yoksa İslâm cemiyetinin ter ü taze iman esaslarıyla mı?  RNK-Tarihçe-i Hayat/784
  • skolastik Ortaçağ Hıristiyan âleminde, papazların dînî görüşüne ve onların baskısı altındaki dînî fikirlerine göre yapılan eğitim usûlü. fel. İnanç ve bilgiyi kiliseyle, özellikle Aristo'nun bilimsel sistemini uyumlu bir biçimde birleştirmeye çalışan Orta Çağ felsefesi. s. Bu felsefe ile ilgili olan. s. mec. Orta çağ yöntemlerine uygun. Beni, skolastik bataklığı içinde saplanmış bir medrese hocası zannediyorlar.  RNK-Tarihçe-i Hayat/784
  • nümâyiş Gösteriş, görünüş. Yalandan gösteriş, göz boyama. Gösteri. Göz dağı verme. Bunların derneği yoktur, lokali yoktur, yeri yoktur, yurdu yoktur, partisi, patırdısı, nutku, alâyişi, nümayişi yoktur. RNK-Tarihçe-i Hayat/787
  • meşbû' (a.s. şib'den.)  Tok. Doymuş. Kanmış. Bunların herbirisi imanlı ve yüksek ahlâk sahibi olup, şecaat-i milliye-i İslâmiye ile serefrâz, ihlâslı, kalpleri muhabbet-i Nebeviye ve cihan değer hizmet-i İslâmiye ve vataniye ile meşbû kimselerdi.   RNK-Tarihçe-i Hayat/805
  • hâle Ay ve güneşin etrafında bazan görünen parlak ışıklı halka, ayla. Doksan yılı dolduran hayatının her günü birer nur hâlesi, birer fazilet ışığı, bir azim ve iman halkası halinde Türk nesillerinin ruhlarına ve dimağlarına girmiş ve bu nur, senelerle birçok karanlık ruhları aydınlatarak onları doğru, güzel ve ışıklı yollara sevk etmiştir.   RNK-Tarihçe-i Hayat/791