Risale-i Nur (Fach) / Lügat (Lektion)
In dieser Lektion befinden sich 4345 Karteikarten
--------------------
Diese Lektion wurde von enver1961 erstellt.
- uhde (a.i. ahd'den.) Söz verme, bir işi üzerine alma. Birinin üzerinde olan iş, vazife, görev. Yapma, becerme, altından kalkma. Sorumluluk. Böyle meclis-i meb’usan ve a’yan ve vükelânın en mühim vazifelerini düşündürecek bir emri uhdeme aldım.
- vâ esefâ Eyvah, çok yazık! Vâ esefâ ki, zaman fırsat vermedi.
- Ayastafanos İstanbul'da Yeşilköy semtinin eski adı. Belki, Ayastafanos'a kadar tek başıma olsun, Hareket Ordusuna mukabele ederek ispat-ı vücut edecektim. Merdane ölecektim. RNK-Tarihçe-i Hayat/91
- muhtel Bozuk, karışık. Anladım iş fena, itaat muhtell, nasihat tesirsizdir.
- vâbeste f. Bağlı, mütevakkıf, olması bir şeye bağlı olan. Otuz milyon Osmanlı ve üç yüz milyon İslâmın nâmusu ve haysiyeti ve saadeti ve bayrak-ı tevhidi, bir cihette sizin itaatinize vabestedir.
- 1-Hâzık (Bak: Hazâkat) 2-Hazık 3-Hazık (C: Havâzik) 1-Mehâretli, işinin ehli, mütehassıs. 2-Süngü demiri. 3-Mesti dar olan. Cânip, taraf. Nasıl ki, mâhir mühendis, hâzık tabip bir cihette günahkâr olsalar, tıp ve hendeselerine zarar vermez.
- Der-saadet f. Saadet kapısı. İstanbul'un eski ismi. Vaktâ ki, bundan yedi-sekiz ay mukaddem Dersaadete geldim.
- sultân-ı mahlû' Tahtından indirilmiş sultan; II. Abdülhamid.
- sâik (a.s. sevk'ten.) Dürten, sevkeden, gönderen. Sürükleyen, götüren. Âmil. Sebep olan, sebep. psik. Güdü. Ve o saik ile Dersaadete geldim.
- mürüvvet (a.i. mer'den.) Mertlik, yiğitlik. Cömertlik, iyilikseverlik, iyilik. İnsanlığın gereği olan şeyleri yapma, insanlık, insaniyet. İslâm ahlâkına göre, aklın ve örfün övgüsüne lâyık güzel işlerin yapılmasına sevkeden ruhî güç, güzel işleri kabul, çirkin şeyleri reddetme. Erkek veya kız evlat yüzünden tadılan sevinç. Ve milletin mürüvvet ve muhabbetine itimad et. (cömert, iyiliksever)
- 1-ceride (a.i. ç. cerâid.) 2-ceride 3-ceride 1-Gazete. Resmi dâirenin büyük hesaplarının kaydedildiği defter. Zabıtnâme, tutanak. 2-Verimsiz toprak. 3-Yalnız, tenhâ. ve tohum olan bu vukua gelen şiddet suretini daha ahsen surette düşündüğümden, merhum Sultan-ı sâbıka ceride lisanıyla söyledim ki:
- münhasif Sönükleşen. Kararmış. Gölgelenmiş. Münhasif Yıldızı darülfünun et, tâ Süreyya kadar âli olsun.
- Ömr-ü Sâni İkinci hayat, âhiret hayatı. Zekâtü’l-ömrü ömr-ü sâni yolunda sarf eyle!
- mihenk Altının ayarını ölçmekte kullanılan taş, denektaşı. Ölçü, iyiyi kötüden ayıran. mec. Bir insanın kıymetini, ahlâkını anlamaya yarayan vasıta, ölçü. Beni mihenk taşına vurdunuz.
- KAT-I YED El kesme. Hürriyeti, sefahete şumulünü men’ ve âdâb-ı şeriatla tahdit ve avâmın siyaset-i şer’î bildikleri yalnız kısas ve kat-ı yed haddini icra idi.
- sukut-u musammem Düşmesi kararlaştırılmış. İktidardan düşürmek için hakkında karar alınmış. Sultan-ı mazlûmu sukut-u musammemden kurtarmaktı.
-
- sezâ f. Münâsip, uygun, yaraşır, şâyân, şâyeste. Lâyık. ve şeriat ise, medeniyet-i fuzla (en faziletli) olduğundan, âlem-i İslâmiyet, medine-i fazilet-i Eflâtuniye olmaya sezâdır.
- 1-İbaha (İbahe) 2-İbaha 1-Sevab veya günah olmamak. Bir şeyin yasak ve haram olmaktan çıkması. İzin vermek. Mübah ve helâl kılmak. Bir şeyi izhâr etmek. 2- Ateşi söndürme. Acaba bahçıvan bir bahçenin kapısını açsa, herkese ibaha etse, sonra da zâyiat vuku bulsa, kabahat kimdedir?
- muâheze (a.i. ahz'den. ç. muâhezât.) Sorgulama, hesâba çekme. Azarlama, paylama, çıkışma, darılma. Tenkit, itiraz, kınama, tariz. Fikir ve söz hürriyeti verilse, sonra da muaheze olunsa, acaba biçare milleti ateşe atmak için bir plân olmaz mı?
- tebeyyün (a.i. beyn'den.) Meydana çıkma, görünme, belli olma, anlaşılma. Fakat sonra tebeyyün etti ki, mesele başkaları tarafından çıkmış.
- MÜMEYYİZ(E) Temyiz eden, ayıran, iyiyi kötüyü farkeden. * İmtihandaki talebenin bilgisini imtihan ederek yoklayan kimse. * Gr: Tırnak işareti. Ve mâsum olan efkâr-ı umumiye yalancı, bunak ve gayr-ı mümeyyiz addolunmaz mı?
- ilcâ' (ilcaât) ç. Mecbur etme, zorlama. Zorda bırakma. psik. Bir şeyi yapmak için duyulan karşı konulmaz his, içtepi, dürtü. Olsa olsa, o zamanın ilcaatının modasına göre bir libas giydireceğim.
- istirdâd (a.i. redd'den.) Geri alma, geri isteme. Ve maksat da Sultan Abdülhamid’den istirdad-ı hürriyet değilmiş.
- ittmam Tamamlamak. Bitirmek. İkmal etmek. Tekmil etmek Hem de geçen sene tımarhanede tahsil ettiğim dersi, şimdi bu mektepte itmam ettim
- mürcif (Recefe. den) Fitne ve fesad için iftiralar ve yalan haberler neşrederek ortalığı karıştıran. Yalancı. Mutlak bir şey ile meşgul olan. Yer sarsıntısı. Zelzele. Zaman müthiş, mekan muvahhiş, mahpusin mütevahhiş, gazeteler mürcif, efkar müşevveş, kalbler hazin, vicdanlar müteessir ve me’yus.
- mütevahhiş Ürken, korkan. Bu ihtimale ihtimal verenler mütevahhiştir.
- Bâlâ f. Yüksek. Yukarı. Yüce. Yüksek kat. Muarrâdır fezâ-yı feyzimiz şeyn-i temennâdan,Bize dâd-ı ezeldir zîrden bâlâdan istiğnâ.Çekildik neşve-i ümitten, tûl-i emellerden,Öyle mecnunuz ki, ettik vuslat-ı Leylâdan istiğnâ.
- 1-Dâd 2-Dad 3-Dad 4-Dad 5-Da'd 1-Adâlet. Hak, doğruluk. İnsaf. Vergi, ihsan, atiyye. Ömür. Sızlanma. (Adâletle dâd arasında fark vardır; adâlet, binefsihi adâlet edip zulmetmemektir. Dâd ise, başkasının zulmünü def ve izâle eylemektir. L.R.) 2- Doldurmak. 3- Oyun, lehv. 4-Osmanlı alfabesinin onyedinci harfidir. Ebced hesabında sekizyüz sayısına karşı gelir. 5-Husumet, düşmanlık. Muarrâdır fezâ-yı feyzimiz şeyn-i temennâdan,Bize dâd-ı ezeldir zîrden bâlâdan istiğnâ.Çekildik neşve-i ümitten, tûl-i emellerden,Öyle mecnunuz ki, ettik vuslat-ı Leylâdan istiğnâ.
- tul-u emel Bitmeyen istek, arzu. Hiç ölmeyecek gibi dünyaya dalmak ve düşünmek. Muarrâdır fezâ-yı feyzimiz şeyn-i temennâdan,Bize dâd-ı ezeldir zîrden bâlâdan istiğnâ.Çekildik neşve-i ümitten, tûl-i emellerden,Öyle mecnunuz ki, ettik vuslat-ı Leylâdan istiğnâ.
- şeyn-i temennâ Minnettarlığın kusurları, noksanları. Muarrâdır fezâ-yı feyzimiz şeyn-i temennâdan,Bize dâd-ı ezeldir zîrden bâlâdan istiğnâ.Çekildik neşve-i ümitten, tûl-i emellerden,Öyle mecnunuz ki, ettik vuslat-ı Leylâdan istiğnâ.
- NEŞVE-İ ÜMİT Ümit sevinci. Muarrâdır fezâ-yı feyzimiz şeyn-i temennâdan,Bize dâd-ı ezeldir zîrden bâlâdan istiğnâ.Çekildik neşve-i ümitten, tûl-i emellerden,Öyle mecnunuz ki, ettik vuslat-ı Leylâdan istiğnâ
- takallüs (a.i. kulûs'tan. ç. takallüsât.) Kasılma. Bir şeyin büzülüp gerilmesi. Bir uzvun çekilip toplanması. Kıvrılma. “Asya’da, âlem-i İslâmda üç nur, birbiri arkasından inkişafa başlıyor. Sizde birbiri üstünde üç zulmet inkişafa başlayacaktır. Şu perde-i müstebidane yırtılacak, takallüs edecek. Ben de gelip burada medresemi yapacağım.”
-
- mahdûm (a.i. hidmet'den. ç. mahâdîm.) Oğul. Evlâd. Kendisine hizmet olunan. Efendi. “Tahsile gitmişler. İşte Hindistan, İslâmın müstaid bir veledidir; İngiliz mekteb-i idadîsinde çalışıyor. Mısır, İslâmın zeki bir mahdumudur; İngiliz mekteb-i mülkiyesinden ders alıyor. Kafkas ve Türkistan, İslâmın iki bahadır oğullarıdır; Rus mekteb-i harbiyesinde talim ediyorlar. İlâ âhir...
- MEKTEB-İ MÜLKİYE Siyasal bilgiler fakültesi.
- mekteb-i İ'dadî Osmanlılar devrindeki rüştiyeden, yani eski orta mektebden sonra gelen ve talebeyi yüksek mektebe hazırlayan tahsil devresi. Lise. İngiliz mekteb-i idadîsinde çalışıyor.
- muvâsal Ulaşılan, kavuşulan. Van’a muvasalat ettikten sonra, aşâiri (aşiretleri) dolaşarak içtimaî, medenî, ilmî derslerle onları irşada çalışmıştır.
- temevvüc (a.i. mevc'den. ç. temevvücât.) Dalgalanma, dalgalı olma, dalga dalga olma, çalkalanma. Yoksa, temevvücat-ı havaiyede mevcudiyeti tevehhüm edilen serseri tesadüfün ve kör kuvvetin ve sağır tabiatın icadına yer vermek, her bir zerreyi, bütün zemin yüzündeki küre-i havaiyede bulunan her şeyi görür, bilir ve yapar hâkim-i mutlak etmektir.
- Amud Dik, dikine. Sütun, direk. Evet, şu amûd-u nuranî, dinin himayetini, şehametinin başına, murakabenin gözüne, hamiyetinin omuzuna alacaktır.
- lemeât-ı müteferrika Muhtelif parıltılar, çeşitli parıltılar, parça parça olan parlayışlar. Görüyorsunuz ki, lemeât-ı müteferrika, tele’lüe başlamış.
- murâkabe (a.i. rakb'dan.) Kontrol etmek. İnceleyip vaziyeti anlamak. Teftiş etmek. Bakma, gözetme, göz altında bulundurma. tas. Kendi iç alemine bakma, nefsini kontrol altına alma, Allah tarafından sürekli denetlendiğine inanma. tas.Kendisini tamamen nâfile ibâdet ve itaate vermek için mâbede kapanmak. Hıfz etmek. Beklemek. İntizar. Dalarak kendinden geçmek. Evet, şu amûd-u nuranî, dinin himayetini, şehametinin başına, murakabenin gözüne, hamiyetinin omuzuna alacaktır.
- müdahin Dalkavuk. Yüze gülen. Birisini yalandan yüzüne karşı medheden. Menfaat koparmak için dostluk eden. Hem de, mağlûp biçare bir reise yahut müdahin memurlara veyahut mantıksız bir kısım zabitlere itimat edilirse ve dinin himayesi onlara bırakılırsa mı daha iyidir;
- seyf (a.i. ç.esyâf, süyûf) Kılıç. ve o seyf-i elmasın hamiyetine bırakılırsa mı daha iyidir, siz muhakeme ediniz.
- tele'lü' (a.i. lü'lü'den.) Parıldama. Görüyorsunuz ki, lemeât-ı müteferrika, tele’lüe başlamış.
- 1-hulle (a.i. ç. hulel.) 2-hulle (C.: Hılâl) 1-Cennet elbisesi. Bir kısmı belden aşağı, bir kısmı belden yukarı iki parçalı. Ağır, pahalı. fık. Üç defa kocasının boşadığı bir kadının dördüncü defa eski kocasına nikâh düşebilmesi için başka birine nikâhlanması. 2- Dostluk. saâdet-sarây-ı medeniyette oturmuş ve marifet ve fazilet ve İslâmiyet terbiyesiyle ve hulleleriyle mütezeyyine olan hürriyettir.
- kut-u lâyemût Ölmeyecek kadar, yetecek miktar yiyecek. Hem de kut-u lâyemût ve vahşet ile âlûde olan hürriyet, sizin dağ komşularınız olan hayvanlarda da bulunuyor.
- KÜFV Denk, uygun, yakışan. Lâkin, güneş gibi parlak, her rûhun maşukası ve cevher-i insaniyetin küfvü o hürri-yettir ki, saadetsaray-ı medeniyette oturmuş ve marifet ve fazîlet ve İslâmiyet terbiyesiyle ve hulleleriyle mütezeyyinedir.
- muhassal (a.s. husûl'den.) Toplam, hulâsa. Tahsil olunmuş, hasıl edilmiş, elde edilmiş, meydana getirilmiş. zf. Hülâsa, sözün kısası. Hürriyet-i umumî, efrâdın zerrât-ı hürriyâtının muhassalıdır. Hürriyetin şe’ni odur ki, ne nefsine, ne gayrıya zararı dokunmasın…
- müteeddib Edeblenen, utanç duyan, utanan. Zira, nâzenin hürriyet, âdâb-ı şeriatla müteeddibe ve mütezeyyine olmak lâzımdır.
- Gubar Toz. Başımızdan rezâil ve ihtilâfatın gubarını silkip, hakikî münevver ve müttehid olarak kervân-ı benî beşere pîşdârlık edeceğiz.
- murâfaa (a.i. ref'den.) Bir dâvâ için mahkemeye müracaat etme, birini mahkemeye verme, hâkim huzurunda muhakeme olunma, duruşma. Karşılıklı hak iddia etme. Bugün benim pencerelerimi mıhlamalarının sebebi, mahpuslarla mürafaa ve selâmlaşmamaktır.
-