Risale-i Nur (Fach) / Lügat (Lektion)
In dieser Lektion befinden sich 4345 Karteikarten
--------------------
Diese Lektion wurde von enver1961 erstellt.
- ademâlûd Yoklukla karışık, yoklukla iç içe oluş. zaman-ı maziyi bir mezar-ı ekber suretinde ve adem-âlûd bir zulümat içinde görüyor.
- tevekkeltü-alellah Allah'a tevekkül ettim, dayandım.
- TÂUN Vebâ denen dehşetli bir bulaşıcı hastalık; salgın hastalık. Ve fırtına ve zelzele, tâun gibi hadiseleri, birer musahhar memur bilir.
- müsebbebât Bir sebeple olanlar, sebeple meydana çıkanlar. Neticeler. Esbab olanlar, müsebbebâtı Al-lah’tan isterler.
- Mudhike Müdhike Gülünç şey, gülünecek hâl. Komedya. Çünkü, ehl-i dikkat nazarında, zaafı gösteren tekebbürün ile, aczi gösteren gururun ile, riyâyı ve zilleti gösteren tasannuun ile, kendini halka mudhike yaptın; herkes sana gülüyor"
- Kadî-ül Hâcât Bütün ihtiyaçları yerine getiren Hâkim. Allah (C.C.)
- beliyye (a.i. ç. beliyyât.) Felâket, keder, tasa, kasâvet, musibet, bela, müşkilât, afet, keder. Hem insan, nihayetsiz acziyle nihayetsiz beliyyâta maruz ve hadsiz âdânın hücumuna müptelâ;
- MELEKE-İ AMELİYE İş yapma alışkanlığı. iş yapabilme melekesi, kabiliyeti. İnsanın yirmi senede kazandığı iktidar-ı hayatiyeyi ve meleke-i ameliyeyi, yirmi günde serçe ve arı gibi bir hayvan tahsil eder;
- kâbil-i teshîr Boyun eğdirilebilen, itaat ettirilen, emir altına alınabilen. “Ben kuvvetimle, bu kabil-i teshir olmayan ve bin derece ondan kuvvetli olan acip şeyleri teshir ediyorum ve fikir ve tedbirimle kendime itaat ettiriyorum”
- KÜFRÂN-I NÎMET Cenâb-ı Hakkın ihsan ettiği nîmetleri bilmeme ve hürmetsizlik etme, nankörlük. Hem hakikaten Cenâb-ı Hakkın malını ibâdına vermek için bir tevziat memuru olduğun hâlde, kendini sahib-i mal zannedip bir küfrân-ı nimet ediyorsun.
- vesîle-i kati'ye Katî sebep, kesin sebep. İman, duayı bir vesile-i kat’iye olarak iktiza ettiği ve fıtrat-ı insaniye onu şiddetle istediği gibi,
- nikab Yüz örtüsü, peçe, perde. Nikabın nur, nigahın nur, kitabın nur senin ey nur!
- Husuf Ay tutulması. Perdelenmek. Dünya gölgesinin ay üzerine gelmesi. Bir şeyin nuru ve ışığı gitmesi. Hem güneşin ve ayın tutulmaları, “küsuf ve husuf namazları” denilen iki ibadet-i mahsusanın vakitleridir
- küsuf Güneş tutulması. Ay'ın, dünya ile güneş arasına gelerek dünya üzerinde gölge yapması. Mc: Birisinin felâketli hâlinde çok teessür göstermesi hâli.
- LİSÂN-I IZTIRÂR Çaresizlik ve mecburiyet dili; zaruret dili. Veya lisan-ı ıztırariyle bir duadır ki, muztar kalan herbir zîruh, kat’î bir iltica ile dua eder, bir hâmî-i meçhulüne iltica eder, belki Rabb-i Rahîmine teveccüh eder.
- vaziyet-i marziye Hoşnut olunacak hal. belki lisan-ı hâl ile müsebbebi Cenâb-ı Haktan istemek için bir vaziyet-i marziye almaktır.
-
- 1-Suud 2-Suud (a.i. sa'd'ın ç.) 1-Yükselmek. Yukarı çıkmak. Derece artmak. 2-Mübarek. Mübarek sayılan yıldızlar. Hattâ acz, fakr, ihtiyaç ve akıl onun sukutuna esbab iken, suud ve yükselmesine sebep olurlar.
- tedennî (a.i. denâet'ten.) Aşağı düşme, daha kötü bir dereceye düşme, alçalma. Tenezzül etme. Maddi ve mânevi gerileme. Terakkinin zıddı. İşte, insanın şu dehşetli terakkî ve tedennîsinin sırrını Beş Nüktede beyan edeceğiz.
- terzîl (a.i. rezâlet'ten ç. terzîlât.) Rezil etme, itibarını düşürme. Ben eskiden beri tahakküme ve terzile karşı boyun eğmemişim. Tıynetleri pis, sıhhatlerinin madeni hasta, hayat menbaları ölmüş, vesaire gibi rezaletleriyle terzil edilmişlerdir.
- istinkâf 1-Kabul etmeme, reddetme. 2-Yüz çevirme, geri durma. 3-Çekimser kalma, hakkını kullanmama. Eğer ubûdiyetten istinkâf etsen, âciz mahlûkata zelil bir abd olursun.
- SÛ-İ MÎZAÇ Kötü huy ve tabiat. Sağlık bozukluğu.
- marziyât Râzı olunacak şeyler. Allah'ın rızasına dair olanlar. Allah'ın rızasına mazhar olacak hal ve hareketler. Çünkü Allah’ı sevmek, Onun marziyâtını yapmaktır. Marziyâtı ise, en mükemmel bir surette zât-ı Muhammediyede (a.s.m.) tezahür ediyor. Zât-ı Ahmediyeye (a.s.m.) harekât ve ef’alde benzemek iki cihetledir.
- sutûr (a.i. satr'ın ç.) Satırlar, yazı dizileri. şu sutûr-u hâdisâtın altında muzmer hakaikın miftâhı,
- İmam-ı Rabbânî Ahmed-i Farukî Hindistanlı büyük bir alim olup, hicri ikinci bin yılının başında gelen (müceddid-i elf-i sani) ünvanına sahiptir. İnanç ve fikir açısından büyük karışıklıkların olduğu bir dönemde Hicri 971'de (1563) Hindistan'ın Serhend kasabasında doğmuştur. Asıl adı Ahmed olan İmam-ı Rabbani Hazretlerinin soyu Hz. Ömer'e (r.a.) dayandığından Faruki, memleketinden dolayı Sirhindi lakaplarıyla tanınmaktadır. İlk eğitimini din alimi olan babası Abdülehad'dan almıştır. Daha sonra Silyaküt şehrine giderek kadı Bedehşani'den fıkıh, kelam ve tefsir dersleri alarak eğitimini tamamlamış ve icazet almıştır. Daha sonra Delhi'ye giderek Nakşi şeyhi Bakibillah'ın yanında tasavvuf ilmini iki ay gibi kısa bir sürede tamamlayarak irşad iznini almıştır. İmam-ı Rabbani döneminde zararlı düşünce ve fikirler tarikat yoluyla verildiğinden onun mücahedesi de bu yolla olmuştur. Hayatı boyunca tekke ve medrese ehlini birleştirmek için büyük gayret sarf etmiştir. Tarikatleri ve özellikle de Nakşi tarikatini, iman hakikatlerinin anlaşılmasına vasıta yapmak suretiyle gerçek kimliğine büründürmüştür. Eski zamanda büyük zatlar tarafından rivayet edilen, "Mütekelliminden ve ilm-i kelam ulemasından birisi gelecek, bütün iman e İslâm hakikatlerini aklı ikna edecek bir tarzda ayân beyan ispat edecek" sırrının kendisiyle gerçekleşmesini istediğini ifade etmiştir. Bu sır içindir ki, özellikle hayatının son zamanlarında bütün gayretini doğrudan doğruya iman hakikatlerinin neşri üzerine yoğunlaştırmıştır Hayat tarzı ve hizmet şekliyle herkesin takdirini kazanması itibariyle İmam-ı Rabbani lakabıyla anılmıştır. Cihangir şah döneminde hapse atılmış; fakat, orada da hizmet ve irşadına devam etmiştir. İmam-ı Rabbani döneminin hastalıklarını üç sebebe bağlamaktadır. Bunlar; idarecilerin dinden uzaklaşmaları, alimlerin menfaat ve korku sebebiyle Kur'ân ve sünnetten ayrılmaları ve tasavvuf ehlinin tarikatı şeriattan uzaklaştırmaları olarak sıralamıştır. İmam Rabbani 1624 yılında 63 yaşında iken memleketi Serhand'da vefat etmiştir.
- Geylânî Abdülkâdir-i Geylâni. (ö.561/1165-66) Kadiriyye tarikatının kurucusu. 470'te (1077) Gîlân eyalet merkezine bağlı Neyf köyünde doğan Geylânî'nin babası, Ebu Salih Musa'nın dindar bir kimse olduğu bilinmekle birlikte, devrin tanınmış sufilerinden Ebû Abdullah Savmai'nin kızı olan annesi Ümmü'l-Hayr Emetü'l-Cebbar Fatıma'nın da kadın velilerden olduğu kabul edilir. Küçük yaşta annesini kaybeden Abdulkadir, dedesi Savmaî'nin himayesinde büyür ve tahsiline devrin ilim ve kültür merkezi olan Bağdat'ta devam eder. Orada, Ebu Galib bin Bakıllânî, Cafer es-Serrâc, Ebu Talib bin Yusuf gibi alimlerden hadis, Ebû Said Muharrimi, Ebu Hattab gibi hukukçulardan fıkıh; Zekeriyyâ-yı Tebrizî gibi dilcilerden de dil ve edebiyat öğrenimi görür. Kısa zamanda usul ve fürû' ve mezhepler konusunda geniş bilgi sahibi olur ve Ebu'l Hayr Muhammed bin Müslim Debbas vasıtasıyla tasavvufa intisap eder. Bağdat'a gittiği zaman mensup olduğu Şafiî mezhebini bırakarak mizacına daha uygun gelen Hanbeli mezhebine giren Abdülkâdir-i Geylâni, hayatının sonuna kadar her iki mezhebe göre fetva vermiş, ancak yaşadığı dönemde Hanbelilerin imamı olmuş ve bundan dolayı kendisine "Muhyiddin" (dini ihya eden) ünvanı verilmiştir. Eserleri: 1-El-Gunye li Tâlibî tariki'l-Hak. 2-Fethu'r-Rabbâni ve'l-Feyzû'r-rahmanî. 3-Fütûhû'l-Gayb. 4-Füyüzât-ı Rabbaniye ve Evrâdi'l-Kâdiriye. 5-Mektûbât. 6-Sırrû'l-Esrar ve Mazharü'l envâr. 7-Delâil. 8-Sirâcü'l-Vehhâc fi Leyletil Mirac. 9-Usûli'd-din. 10-Esmaü'l-Hüsnâ. 11-Kitab-ı Hamse-i Geylâni. (bkz. Abdülkadir-i Geylâni.)
- 1-tehâlüf (a.i. hulf'ten. ç. tehâlüfât.) 2-tehâlüf 1-Birbirine zıt olma, muhalif olma. Birbirine uymama. 2-Hakimin iki tarafa da yemin ettirmesi. Evet, tehalüfte kasıt ve ihtiyar vardır.
- Mütenakız Birbirine uymayan, birbirine zıt olan, birbirini bozup nakzeden, birbirini bozup nakzeder olan. İkinci söylediği sözü, birinci söylediği söze zıt olup uymayan. "Evliyâ, niçin usûl-ü imâniyede ittifak ettikleri halde, meşhudâtlarında, keşfiyâtlarında çok tehâlüf ediyorlar? Şuhud derecesinde olan keşifleri bâzan hilâf-ı vâki’ ve muhâlif-i hak çıkıyor. Hem, niçin ehl-i fikir ve nazar, her biri katî bürhan ile hak telâkkî ettikleri efkârlarında birbirine mütenâkız bir sûrette hakikati görüyorlar ve gösteriyorlar? Bir hakikat niçin çok renklere giriyor?"
- zühre Çoban yıldızı. Sabah yıldızı. Târık. Venüs. Kervan kıran. Çulpan. Güneşten ikinci derecede uzak olan ve sair seyyarelerden daha parlak olan yıldızlar. Berraklık, safilik. çiçek Meselâ, Zühre namıyla nakışlı bir çiçek ve kamere âşık hayatlı bir Katre ve güneşe bakan safvetli bir Reşha’yı farz ediyoruz ki
- HİKMET-İ İHTİLÂF İhtilâfın hikmeti. Anlaşmazlığın, uyuşmazlığın faydaları.
- 1-Sa´y 2-Say' 1-Çalışma, Çalışıp çabalama. Gayret sarfetme. Bir maksadın meydana gelmesi için elden geleni yapma. Hızlı yürüme. Cür'et etme. Ziyaret etme. Gammazlık yapma. Ist: Hac veya Umre'de Safâ ile Merve arasında usulüne göre yedi defa gelip gitmektir. (Bak: Himmet) 2-Suyun akması. Cismanî cihazatla kemâline sa’y edip hakikate gidenleri;
- cevv-i hava Hava boşluğu. Güneşin, emr-i İlâhî ile, cevv-i havayı ve denizlerin yüzlerini birer âyine ederek,
- mukayyed (kayd)dan 1-Kayıtlı. Serbest olmayan. Sınırlı. Bağlı. 2-Deftere geçmiş, kaydedilmiş olan. Bağlanmış. El veya ayağında zincir, kelepçe bulunan. Mevkuf olan. 3-Bir işe ehemmiyet veren. İşine önem verip bakan. Halbuki kayıtsız, berzahsız, mutlak güneşin âsârını o mukayyet güneşe veremiyor.
-
- Müsademe (C.: Müsademat) Vuruşma, birbirine çarpma. Silâhlı çarpışma. Belki, bazan hükm-ü imanîleri, şuhud-u kevniyelerine müsademe eder; pek güçlükle inanabilirler.
- tevaggul (a.i. vagl'den. ç. tevaggulât.) Devamlı olarak bir işle uğraşma. Bir işin çok ilerisine varma. Çok uğraşma, meşgul olma. İşte, sen, ey dünyayı unutmayan ve maddiyâta tevaggul eden ve nefsi kesafet peydâ eden arkadaş!
- inhilâl (a.i. hall'den.) Dağılma, çözülme, parçalanma, bozulma, erime. Nasıl ki o Zühre çiçeği, ziya-yı şemsten inhilâl etmiş bir renk alıyor;
- zühre-misal çiçek gibi Ey Zühre-misal! Sen gidiyorsun. Fakat çiçek olarak git. İşte gittin. RNK-Sözler/454 Ey Zühre-misal! Sen gidiyorsun. Fakat çiçek olarak git. İşte gittin. Terakki ede ede, tâ bir mertebe-i külliyeye geldin.
- Celb Kendi tarafına çekmek. Çekmek, götürmek. Hem, başaşağı, celb-i rızık için toprağa bakan yüzünü, yukarıdaki şemse çeviresin.
- Ervah-ı Habise Habis, kötü ruhlar. Allah'a isyan eden, itaati sevmeyen anarşist ruhlar. Sen ye’sin zulümâtından ve kimsesizliğin vahşetinden ve ervâh-ı habisenin iz’âcâtından ve o vahşetin dehşetinden şu şartlarla kurtulabilirsin ki:
- 1-Tebahhur (Bahr. den) 2-Tebahhur (Buhar. dan) 1-Bir şeyin içine dalma ve derinliğine varma. Bir ilimde derin ihtisas kazanma. 2-Buharlaşmak. Tütsülenmek. Buğulanmak. Kokmak. Güneşin hararetiyle çabuk tebahhur eder, enâniyetini bırakır, buhara biner, havaya çıkar.
- 1-half 2-half 1-Arka. Ardı. Kendinden sonra gelen. Arka taraf. s. Kötü evlat. 2-Yemin etme. And, yemin. hikmetin nesc ettiği hicabların halfinde ve kabiliyetin verdiği bir renk içinde görebilirsin.
- iz'ân-ı yakîn Kesin delile dayalı inanç. Kesin olarak anlayıp, anladığını yaşamak. Öyle ise, esâsât-ı imâniyeden olmayan mesâil-i fer’iye veya vukuât-ı zamâniyenin herbirinde bir iz’ân-ı yakîn ile bir bürhan-ı katî istenilmez.
- muztar (Zaruret. den) Zorlanmış. Cebr olunmuş. Mecbur kalış. Çaresiz kalıp başı sıkılan. Çaresiz kalmış, zorlanmış, yapmak zorunda kalmış, mecbur olmuş. Zındık maddiyyun gâvurlar, bir Vâcibü’l-Vücudu kabul etmediklerinden, zerrât adedince bâtıl âliheleri kabul etmeye mezheblerine göre muztar kalıyorlar.
- mesâil-i fer’iye Esâsa âit olmayıp teferruata dâir olan meseleler. Öyle ise, esâsât-ı imaniyeden olmayan mesâil-i fer’iye
- beynennâs Halk arasında, insanlar arasında. Beynennâs iştihar bulmuş bâzı hikâyeler bulunuyor ki, durûb-u emsâl hükmüne geçer.
- iştihar Meşhur olma. Tanınma. Ün alma. Şimdi siz onu zorla teşhir ediyorsunuz ve iştihar da etti.
- tesâmu' (a.i. sem'den.) İşitme, bir sözü birbirinden duyma, kulaktan duyma. Şu nevi meselelerin mânâ-i hakikisinde kusur varsa, örf ve âdât-ı nâsa âittir ve teârüf ve tesâmû-u umumîye râcîdir.
- tesâmu'-ı umûmiye Genel duyuş; halkın kabul ediş şekli, herhangi bir konu hakkında halkta oluşmuş yaygın kanaat. Şu nevi meselelerin mânâ-yı hakikîsinde kusur varsa, örf ve âdât-ı nâsa aittir ve teârüf ve tesâmu-u umumîye râcidir.
- mugayyeb (a.s. gayb'dan. ç. mugayyebât.) Kaybedilmiş, kayıp. Bilinmeyen. Nihayetinde, Mugayyebât-ı Hamseden yalnız ikisi hakkında sorulan mühim bir suâle ehemmiyetli bir cevaptır.
- mugayyebât-ı hamse Beş bilinmeyen şey, beş bilinmeyen. (Kıyâmetin ne zaman kopacağı, yağmurun ne zaman yağacağı, rahîmlerde olanı, kişinin yarın ne kazanacağı ve kişinin nerede, ne zaman öleceği.) İşte bunun içindir ki, Hakîm-i Mutlak, kıyameti, Mugayyebât-ı Hamseden olarak ilminde saklıyor.
- kurûn-ı ûlâ ve vustâ İlk ve orta çağ. Eğer vakti taayyün etseydi, bütün kurun-u ûlâ ve vustâ gaflet-i mutlakaya dalacak idiler ve kurun-u uhrâ dehşette kalacaktı.
-