Risale-i Nur (Fach) / Lügat (Lektion)

In dieser Lektion befinden sich 4345 Karteikarten

--------------------

Diese Lektion wurde von enver1961 erstellt.

Lektion lernen

  • aleyh (Aleyhi - Aleyhâ) (Alâ edatının zamirle birleştiği zamanki şekli.) Aleyhinde, onun hakkında, onun üzerine. Karşı, karşıt. zm. Ona, onun üzerine. Hazret-i Mûsâ aleyhisselâm gibi bir ulül'azm, ancak birkaç kelâmı işitmeye tahammül etmiştir. Mûsâ aleyhisselâm demiş: RNK-Sözler/261           
  • Müttefekun Aleyh Üzerinde birleşilen mes'ele. Hakkında müttefik olup anlaşmaya varılmış olan.       Ve madem herbir âyetin müteaddit mânâlara delâleti muhakkaktır, belki müttefekun aleyhtir.                    
  • şahâb (a.i. ç. şehbân, şühüb.) Alev, ateş parçası. (bkz. şihâb.) Parlak yıldız, yıldızlardan fırladığı kabul edilen ve atmosfere girip bir anda kaybolan göktaşı.       Eğer elektriğin parlak, yıldız-misal lâmbaları hakk-ı kelâm isteyerek âyetlere girmek isteseler, o dairenin elektrik lâmbaları olan şimşekler, şahaplar ve gökyüzünü ziynetlendiren yıldızlar ve misbahlar diyecekler           
  • ekal (bkz. akall.) Daha az, en az, pek az, en küçük.         Diğer kısmı küreyvât-ı beyzâdırlar ki, ötekilere nisbeten ekalliyettedirler.   
  • fevt 1-Kaybolma, yitme, elden çıkma. 2-Bir daha ele geçmemek üzere kaybetme, elden çıkarma, kaçırma. 3-Ölüm.       Müsabaka olmaz, imtihan fevt olur. Kömür gibi bir ruhla elmas gibi bir ruh beraber kalacaklar.        
  • el-hakk 1-Hakkın ta kendisi, tam doğrusu; doğrusu ya. 2-ö.i. Varlığı hiç değişmeyen, ibadete lâyık ve her hakkın sahibi, Allah (c.c.).       o hassas zâtlara şu remz ve işârât-ı Kur’âniye, sa’ye teşvik ve san’atlarını takdir etmek için, elhak kâfi ve vâfîdir         
  • sinnen Yaşça, yaş bakımından.            BİR ZAMAN sinnen, cismen, rütbeten büyük bir adam bana dedi: “Namaz iyidir. Fakat hergün, hergün beşer defa kılmak çoktur. Bitmediğinden usanç veriyor.      
  • kût 1-Yaşatacak gıda, yaşamak için yenen şey, yiyecek, rızık. 2-Kuvvetlendirme. 3-Kale gibi sağlam yer.         Evet, nihayetsiz teessürat ve elemlere maruz ve müptelâ ve nihayetsiz telezzüzâta ve emellere meftun ve pürsevda bir kalbin kut ve kuvveti, herşeye kadîr bir Rahîm-i Kerîmin kapısını niyaz ile çalmakla elde edilebilir.                        
  • Zi-n Nur Nurlu, ışıklı. Parlak. Bahtiyar.       İşte, bak, her asırda ne kadar asfiya ve evliya gibi mükemmel ve kâmil zîhayat ve zînur meyveler vermiş.          
  • fütur Yeis. Ümidsizlik. Usanç. Zaaf. Keder, gam. Gevşeklik.   Gelecek günler ise madem gelmemişler; şimdiden düşünüp usanmak ve fütur getirmek,  
  • zuhal zühal Satürn Gezegeni.       Meselâ “Zuhal’in etrafındaki halkaların keyfiyeti nasıldır?”        
  • KOZMOĞRAFYA Yıldızların yerlerinden ve hareketlerinden bahseden ilim, astronomi.         Güya kozmoğrafya ilminden ve istatistikçi fenninden bir kemâl alıyorsun!    
  • Kemmiyet ( ç. kemmiyat) Miktar, sayı, nice oluş. Az veya çok oluş.     Siyaset ve kuvvet ve kemmiyet noktasında zannetmiş.          
  • Keyfiyyet Bir şeyin esâsı ve iç yüzü. Nasıl olduğu ciheti. Kalite. Madde. (Kemmiyetin zıddıdir)     Demek eşyadaki süslü vaziyetler, gösterişli keyfiyetler, tanıttırmak ve sevdirmek sıfatlarına katiyen delâlet eder. 
  • laakal En azından, daha aşağı olmaz, en az, hiç olmazsa.       Öyle ise, hakikî ömrünü, bulunduğun gün bil; lâakal günün bir saatini, ihtiyat akçesi gibi, hakikî istikbal için teşkil olunan bir sandukça-i uhreviye olan bir mescide veya bir seccadeye at.            
  • zâd-ı âhiret Âhiret için hazırlık. Âhiret azığı. İbadet ve sâlih amel.     dünyeviye ile beraber, senin nafaka-i uhreviyene ve zâd-ı âhiretine ehemmiyetli bir menba olan iki maden-i mânevî bulursun.      
  • sû-i edeb 1-Edeb dışı, edebe aykırı. 2-Kötü terbiye.       Vesveseli adam zanneder ki, kalbi, Rabbine karşı sû-i edepte bulunuyor.        
  • şetm Sövmek, azarlamak, küfretmek.         Tahayyül-ü küfür, küfür olmadığı gibi; tahayyül-ü şetm dahi şetm değildir.
  • Müheyyic Tehyic eden. Heyecan veren.           Birden, bir maraz, ya bir iştiha, ya bevl gibi bir emr-i müheyyic şiddetle senin hissine dokunuyor.          
  • matrûd (a.s. tard'dan. ç. matrûdîn.) Tardedilmiş, kovulmuş, görevinden alınmış, uzaklaştırılmış olan.       Bu sefillik, bu hisset-i nefs, beni matrud eder.” Şeytan onun şu damarından çok istifade eder.        
  • mutazarrır (a.s. zarar'dan.) Zarar gören, ziyana uğrayan, zarar görmüş, ziyana uğramış.         Yani, onu zararlı tevehhüm etmekle, kalben mutazarrır olmaktır.        
  • televvüs (a.i. levs'ten. ç. televvüsât.) Kirlenmek. Pislenmek. Bulaşıp murdar olmak.       Geçeceklere ne beis vardır, ne televvüs var ve ne zarar var ve ne hatar var.  
  • tevehhüm-ü zarar Zarar zannetmek. Zarardan korkmak.       Vesvesenin zararı, tevehhüm-ü zarardır. Yani, onu zararlı tevehhüm etmekle, kalben mutazarrır olmaktır
  • bevl (a.i. ç. ebvâl.) 1-İdrâr, sidik, çiş. 2-İşeme.         Birden, bir maraz, ya bir iştiha, ya bevl gibi bir emr-i müheyyic şiddetle senin hissine dokunuyor.      
  • hasr-ı nazar 1-Sadece bir şeye bakıp ona dikkat etme. 2-Bakışı bir tarafa veya noktaya dikme.         Yalnız hatar ise, hasr-ı nazardır, zann-ı zarardır.                  
  • Mücaveret Komşuluk, yakınlık. Mescidde itikâfa çekilmek.         Öyle de, maânî-i mukaddesenin, suret-i mülevveseye mücavereti zarar etmez        
  • karâbet (a.i. kurb'dan.) Yakınlık, hısımlık, akrabalık. huk. Mirasçı olmaya sebep teşkil edecek yakınlık.         Ve füccar ve ebrârın karâbetleri ve bir meskende durmaları zarar vermez.    
  • tedâ'î (a.i. da'vet'ten.) Bir şeyin başka bir şeyi hatıra getirmesi, çağrışım.         Tedâi-yi efkâr, galiben ihtiyarsızdır; onda mes’uliyet yoktur.
  • müncer (a.s. cerr'den.) Bir yöne doğru sürüklenip götürülen. Varıp sona eren, neticelenen. Nihâyet bulmak. Bir tarafa çekilmek. Dayanmak.     Fukarânın aczi avâmın fakrı, sebeb-i merhamet ve ihsan iken, esâret ve mahkûmiyetlerine müncer olmuştur.  Madem istiğfara müncer olan derk-i kusur ise, gurura müncer olan hüsn-ü amelin rüyetine—böyle vesveseli adama—müreccahtır.
  • Nefs-ül Emir İşin hakikati, aslı. (Nefsü'l-emrde: Haddizatında, aslında.)     “Acaba amelim nefsülemirdeki güzel surette yapılmış mıdır?”            
  • ucb ucub Kibir, gurur. Kendini beğenmişlik. Ameline, yaptıkları işe güvenmek. Varlığı nâdir olan şeyi görünce istiğrab etmek hâli. Yabancı kadın taifesiyle beraber oturmak ve konuşmaktan pek hoşlanan.         ” Öyle ise, Ehl-i Sünnet mezhebine göre zahir-i şeriate muvafık olarak işlediğin ameline “Acaba sahih olmuş mu?” deyip vesvese etme. Fakat “Kabul olmuş mu?” de, gururlanma, ucbe girme.        
  • Mu'tezile 1-Emevîler devrinde ortaya çıkan, meseleleri sırf akılla izaha çalışan, aklî esaslara dayanarak kul, fiilinin yaratıcısıdır demekle kaderi inkâr yoluna giden ve hak mezheblerden ayrılan itikadî bir fırka. 2-Ehl-i sünnetten ayrılan ve Vâsıl bin Atâ yolunda olan kimseler. Aklına güvenerek ve "kul, fiilinin hâlikıdır" demekle hak mezheblerden ayrılan bir fırka. Bunlar dalâlet fırkalarının birincisidir. Vâsıl İbn-i Atâ nâmında birisi buna sebeb olmuştur. Bu kişi Hasan Basri Hazretlerinin talebesi iken, günah-ı kebireyi işleyen bir kimsenin ne mü'min ve ne de kâfir olmayıp, tövbesiz âhirete giderse ebedi cehennemde kalacağını söyleyerek hocasından ayrılmıştır. İtizal etmiştir. Mu'tezile tâifesi: "İnsanlar kendi ef'âl-i ihtiyâriyelerini halkederler" diyerek, bu fiillerde kaza ve kaderin tesirini inkâr ederler. Kendilerine kaderiyeciler de denmektedir. (Bak: Mülk)      
  • harec Darlık, zorluk, sıkıntı. Dar yer, sık ağaçlı yer. Günâh.     Dinde harec yoktur. 
  • kabîh (a.s. ç. kıbâh.) Kötü, çirkin, fena, yakışıksız, ayıp.         Şerrin halkı şerdir, kabîhin halkı kabîhtir.    
  • taakkul (a.i. akl'dan. ç. taakkulât.) 1-Akıl erdirme, akıl etme, anlama. 2-Hatırlama, hatıra getirme.     Neden taakkul etmiyorlar,        
  • yüsr (YÜSÜR) Kolaylık. Genişlik. Rahatlık. Zenginlik. Gına. Refah.     Dindeki yüsr’e münâfidir.
  • kuvve-i müfekkire Düşünme duygusu.       Yani, dalâletin esbabını anlamak suretinde kuvve-i müfekkirenin cevelânını ve tetkikatını ve bîtarafâne muhakemesini, hilâf-ı iman zanneder.      
  • Mütezellil Tezellül eden. Alçalan, zillete katlanan. Kendini zelil gösteren.       "Ahlâk-ı İlâhiye ile muttasıf olup Cenâb-ı Hakka mütezellilâne teveccüh edip, acz, fakr, kusurunuzu bilip, dergâhına abd olunuz"
  • tahayyül (a.i. hayâl'den. ç. tahayyülât.) 1-Hayale getirme, hayalinde canlandırma, zihinde canlandırma, tasavvur etme. 2-Hayale dalma. 3-Fikir kurma.     Biçare vesveseli adam, bazan tahayyülü taakkul ile iltibas eder.
  • tasavvur (a.i. sûret'ten. ç. tasavvurât.) 1-Bir şeyi zihinde şekillendirme, tasarlama, kurma. 2-Bir şeyi tahayyül etme, göz önüne getirme. 3-Yapılmasını düşünme. 4-Düşünce, tasarı. 5-İstek, arzu.   Evvel tahayyül olur, sonra tasavvur gelir. Sonra gelir taakkul, sonra tasdik ediyor, sonra iz’an oluyor, sonra gelir iltizam, sonra itikad gelir.          
  • 1-Meşkuk 2-Meşkuk 1-Şekli, şüpheli. Kendinden şüphe edilen. 2-Yarılmış. Yarık.       Yani, birşeyi zâtında mümkün görse, o şeyi zihnen dahi mümkün ve aklen meşkûk tevehhüm eder.  
  • mukarrer (a.s. karâr'dan. ç. mukarrerât.) 1-Kararlaştırılmış, kararı verilmiş. 2-şüphesiz, kesinlik kazanmış. 3-Anlatılmış, bildirilmiş. 4-Yerinde bırakılmış. 5-Zarurî.   Fenn-i beyanda mukarrerdir        
  • tehâvün (a.i. hevn'den.) 1-Mühimsememe, önem vermeme, ehemiyet göstermeme. 2-Ağır davranma, aldırış etmeme. 3-İstihkar, horlama, hakir görme.     Lâkaytlığı atar, tehâvünü def eder.   
  • BÜZR Tohum, çekirdek. Herkesin sözünü dinleyen. Dinleyici.       Meselâ, zerre gibi bir afyon büzrü, bir dirhem gibi bir zerdali nüvatı, bir kavun çekirdeği, nasıl çuhadan daha güzel dokunmuş yapraklar,      
  • tablacı Yiyecek sunan, takdim eden; manav.         Binler sofra-i Rahmân açılır, kaldırılır, taze taze gelir. Herbir ağaç birer tablacı, herbir bostan birer kazan hükmüne geçer.    
  • ta'dad Sayı saymak. Sayıp dökmek. Birer birer söylemek. Sıralamak.   sene o saatin dakikalarını sayan bir ibre vaziyetindedir, asır ise o saatin saatlerini tâdâd eden bir iğnedir. hizmetiyle ve vazifesiyle gösterdikten sonra, Süryanîce isimleri tâdâd ederek münâcât eder.       
  • Nahif Çelimsiz, zayıf, ince. Arık. Sümkürdüğünde genizden gelen ses.     Bu tarafa da bak: Bu biçare, zayıf, nahif, kuvvetsiz hayvancıklar—nasıl onların başı önünde, lâtif gıda ile dolu iki tulumbacık takılmış.       
  • Ebnâ (İbn. C.) Ebnâ Oğullar. Çocuklar. Veledler. Ferzendeler.   Ebnâ-i cinsine imdad için gönderilen nebâtâta karşı hüsn-ü istikbâli herkesin başında izhâr etmektir.        
  • müterakki Terakkî etmiş, yükselmiş ve ilerlemiş olan.       Aynen bu iki misâl gibi, şu muntazam sarayda, şu mükemmel şehirde, şu müterakkî memlekette, şu muhteşem âlemde bütün bu şeylerin icadı bir tek zâta verildiği vakit, o kadar kolay olur,      
  • Rabt Bağlamak, bitiştirmek, bir şeye bağlamak. Nizam vermek, intizam bulmak. Gr: Cümleleri lüzumlu edatlarla birbirine bağlamak.     Eğer o ağacın meyveleri ayrı ayrı merkeze ve köke, ayrı ayrı kanunla raptedilse, herbir meyve bütün ağaç kadar müşkülâtlı olur.