Risale-i Nur (Fach) / Lügat (Lektion)
In dieser Lektion befinden sich 4345 Karteikarten
--------------------
Diese Lektion wurde von enver1961 erstellt.
- sarrâf (a.s. ç. sarrâfân.) Sarf eden. i. Para, altın, tahvil değiş tokuşu ve alış-verişi yapan kimse, sarraf. Anlayan, değer veren. es. Harcama, gider.
- Zü-l Cenaheyn Çitf kanatlı. Hem dünya hem âhirete âit. Zâhiri ve bâtıni bilgisi geniş olan kimse. İki mânevi yol takib eden. İki ayrı meharet sahibi. Fahr-i Cihan Efendimizin hem ilmine ve hem ameline varis olan bir zata `Zülcenaheyn,’ yani `İki Kanatli deniliyor.
- elyak Daha münâsib. Daha lâyık. Ve şu vezâife en elyâk Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmdır.
- evfak (a.s. vefik'den.) Daha uygun. Muvafık. Ve rütbe-i risâlete ve vazife-i tebliğe ondan daha elyak, daha evfak hiç zaman göstermiş midir?
- SERVER f. Reis. Baş. Seyyid. ve saadet-i bâkiyede İki Cihan Serveri Nebî-i Ekremimiz Muhammedeni’l-Mustafa Sallallâhü Aleyhi Vesellem Efendimize
- akreb (a.s. karîb'den.) En yakın, daha yakın, çok yakın. fık. Miras, velayet vb. konularda öncelikli hak ve yetki sahibi olan kimse. Nur-u âzam olan risâlet ise, akrebiyet-i İlâhiyenin inkişafı sırrına bakar ki, bir ân-ı seyyâle kâfidir.
- karib / karîb / قریب Çok yakın. Yerce ve mekânca uzak olmayan. Yakın hısım. (Çoğulu: Kavarib-Ekrub) Gemi sandalı. Yakın, yakın olan, uzak olmayan, soyca yakın. (Arapça)
- mukarreb / مقرب / مُقَرَّبْ (Kurb. dan) Yakınlaşmış. Yakınlaştırılmış. Yakın. Büyük zât veya padişah gibi kimselere hizmette yaklaşmış olan. Yakınlar, yakınlaşmış kimseler. Yakınlaştırılmış. Cennette dereceleri en yüksek olan. Tasavvufta, nefslerinin sevgisinden kurtulmuş, kalbinde Allahü teâlâdan başka hiçbir şeyin sevgisi kalmayan, yalnız Allahü teâlâyı isteyen. Yakın olan. Yakın. (Arapça) Yakın kılınan. Onun mukarreb ve havassı, nur-u imanla onu tanır.
- seyyid (a.i. ç. sâdât.) Efendi, reis, bey, ağa, ileri gelen. Hz. Muhammed'in (a.s.m.) torunu Hz. Hasan'ın soyundan olan kimse; Hz. Muhammed'in temiz soyundan gelen kimse. Temiz ve fazilet sâhibi Müslüman zât. Resül-i Ekrem (A.S.M.) herkesin imamı, büyüğü, önderi olduğundan kendisine bu isim de verilmiştir.
- halâyık Kadın esir, câriye, hizmetçi. Ol nur-u ezel hem kararan kalblere layık, Ol nurdan alır feyzini hem cümle halayık.
- cariye Geçer olan, yürürlükte, akıcı olan. Seyreden giden. Güneş, şems. Gemi. Cenab-ı Hakk'ın in'âm eylediği rızık ve nimet. Genç ve iyi hizmet eden kadın. Muharebede İslâm düşmanlarından esir edilen kadın hizmetçi.
- teşne / تشنه Susamış, pek istekli. Susamış. (Farsça) Mc: İstekli, çok arzulayan, heveskâr. (Farsça) İstekli, hevesli. Susuz,susamış. (Farsça) Teşnesi bulunduğum tebşirnamelerinizi memnuniyetle aldım.
- NÜBÜVVET Peygamberlik. ve Habîbullâhın, belki bütün enbiyânın nübüvvetlerini ispat eden umum mu’cizeler ve bürhanlar, dolayısıyla, en büyük müddeâları olan âhiretin tahakkukuna delâlet ederler.
- rahim / rahîm / râhim / رحيم / رَح۪يمْ (Rahmet. den) Rahmet edici, merhamet eyleyen. Rahmedici. Muhafaza eden, bağışlayan. Rahmet ve merhamet sahibi, şefkat eden, gufran sahibi. (Kur'an-ı Kerim'de bu isim 220 defa zikredilir.) (Rahm. dan) Rahmet edici, acıyan, merhamet eden. (Rehm) Döl yatağı. Çocuğun, içinde yetiştiği ve dişi canlılara mahsus organ. Karabet, akrabalık. Hafif sesli, lâtif sözlü kız. Dölyatağı, rahim. Akrabalık. Döl yatağı, akrabalık. Merhametli, acıyan. Esirgeyen, acıyan, merhamet eden. Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (ism-i şerîflerinden). Âhirette yalnız müslümanlara acıyan. Günahkâr müslümanlara âhirette çok acıyıcı mânâsına Resûlullah efendimizin sıfatlarından. Rahmeti herşeyi kuşatan, sonsuz şefkat ve merhamet sahibi Allah. Merhametli. (Arapça) Merhamet eden Tanrı. (Arapça) Çok merhametli. Çokça rahmet edici (Allah). Merhamet eden Allah.
- bedî (Bedia) Eşi, benzeri olmayan. Hayret verici güzellikte olan. Garib. Acib. Benzeri olmayan şeyleri vücuda getiren. Kimseye benzemeyen. İcad edici olan. Hâlık ve Hallak-ı Cihan olan. Beğenilen. Yeni bulunmuş ve görülmedik tarzda olan. Edb: Sözün garib ve güzel olması hâli.
- DIYK-I MAÎŞET Geçim darlığı. Çünkü onların yüzünden gelen bereket olmasaydı, elbette senin dıyk-ı maişetin daha ziyade olacaktı.
-
- 1-BÂB 2-BÂB 1-Kapı. Kısım. Mevzu. Fasıl. Bölüm. Parça. Kitab. Hususi madde. Sığınacak yer. İş. Şekil. Tövbe. 2-f. Lâyık, uygun, münasib, elverişli. Hayır, uğur.
- 1-BEHİM 2-BEHİM (Behime) 1-Düz siyah şey. Alacasız hayvan. Dik, pürüzsüz ses. 2-Dört ayaklı hayvan. Mâdem esbâb içinde en eşrefi ve en ziyâde ihtiyâr sahibi olan insan, böyle hakiki icaddan eli bağlansa, sâir cemâdât ve behîmât ve anâsır ve tabiat, nasıl hakiki mutasarrıf olabilirler?
- hırkat(1) hirkat (2) حِرْقَتْ 1-Hararet, sıcaklık, yanma. Ayrılık ateşi. 2-Yakma. Meselâ şefkat, acz yüzünden elemli bir musîbet olur; muhabbet, firâk yüzünden belâlı bir hırkat olur; lezzet, zevâl yüzünden zehirli bir şerbet olur.
- kalb / قلب / قَلْبْ (a.i. ç. kulûb.) Vücudun kan dolaşımı merkezi. Yürek. Gönül. Herşeyin ortası. Bir halden diğer bir hale çevirme. Değiştirme. İmanın mahalli. Fuâd, sıkt-ül ilim, tâbut-ül ilim, beyt-ül hikmet, via-i ilim de denilir. (Dâima değiştiği ve hareket halinde olduğu için kalb i Gönül. Yürek denilen, et parçasına yerleştirilmiş nûrânî ve mânevî kuvvet. Tasavvuf yolunda birinci mertebe. Duyguların sultanı, gönül. Çevirme, kalb. Yürek. (Arapça) Gönül. (Arapça) Değiştirme. (Arapça) Kalb etmek: Dönüştürmek, değiştirmek. (Arapça) Çevirme.
- kurun / kurûn / قرون (Tekili: Karn) Asırlar. Devirler. Çağlar. Zamanlar, devirler, büyük tarih bölümleri. Çağlar. (Arapça)Asırlar. Devirler. Çağlar. Zamanlar, devirler, büyük tarih bölümleri. Yüzyıllar. (Arapça) Kurun-u ûlânın mecmu vahşetini, bu medeniyet bir defada kustu!
- 1-SALİF 2-SALİF(E) 1-Boynun genişliği, kalınlığı. 2-Evvelce geçen, geçmiş. Mukaddem. zira Kur’an, bütün kütüb-ü salifenin güzelliklerini ve eski şeriatlerinin
- 1-İNTİFA` 2-İNTİFA' 1-Menfaatlenme, faydalanma. 2-Bir şeyin ortadan yok olması. Ortadan kalkma. Aradan çıkma. Sönme. Yanarken sönme. Adem-i devam ise intifasını, yani sönmesini istilzam eder.
- mütemerrid İnatçı, ısrar eden, dik kafalılık eden. Kibirlilik eden. en mütemerrid müşrikleri de tevhide mecbur ediyor.
- Mü'temer Anlaşma için yapılan toplantı. Kongre.
- nikmet (nıkmet) (a.i. ç. nakım, nakımet.) şiddetli ceza, eza vererek cezalandırma, öç alma. Hoş olmayan muamelelerle olan mücâzat. Ne biliyorsun ki, zannettiğin nimet nikmet olmasın?
- tecellî (a.i. celâ, celv'den. ç. tecelliyât.) Açılıp belirme, açıkça ortaya çıkma, aydınlanma. Belirme, bilinme, görünme. Allah'ın lutfuna nail olma. tas. Hakka yönelen kalblerin Hak nuruyla parlaması, Allah'ın nurunun, Allah'a yönelen kimselerin iç dünyasında görünmesi, ortaya çıkması. Talih, kader. isl. İlâhî kudret ve sırların insanlarda ve nesnelerde görünmesi, Cenâb-ı Hakkın güzel isimlerinin kâinatta ve insanlarda zahir olması. Allah'ın Tur Dağında Hz. Musa'ya görünmesi.
- şayeste / şâyeste / شایسته / شَايَسْتَه Şayan, uygun, yaraşır, lâyık. (Farsça) Nümune. (Farsça) ve fiilleri muhâfaza edilmesin, muhasebe eleğinden geçirilmesin, adâlet terazisinde tartılmasın, şâyeste ceza ve mükâfat çekmesin?
- 1-İsti'bad 2-İstib'ad 1-Köle edinmek, esir almak. 2-Uzaklaşma. Uzak görme, ihtimal vermeyiş, olmayacak sanma, akıldan uzak görme. (Yakıştırmayış.Sonra, bu kadar numune ve misâlleri müşâhede ettiğin halde, haşr-i cismânîyi akıldan uzak görüp istib’âd etmekle inkâr etsen, ne kadar divânelik olduğunu sen de anlarsın.) Amma benim gibi ehemmiyetsiz bir adamın elinde böyle ehemmiyetli bir eserin zuhur etmesini istiğrab ve istibad edip
- MÜHMEL İhmâl edilmiş. Bırakılmış. Kıymet verilmemiş. Bakılmamış. Mânasız ve boş söz, cümle. Sonraya atılmış. Boşlanmış. Edb: Noktasız harf, noktasız harflerle yazılmış olan. Ebcedde: Noktasız harflerin hesabı ile çıkan tarih. İşte sana misâli: İnsan içinde velî, ömür içinde ecel, olmuş meçhul ve mühmel.
- ıztırar Mecburiyet, çâresizlik, ihtiyaç, zor durumda olmak. (ve her sual edenlerin matlublari -bilhassa istidad lisaniyle veya ihtiyac-i fitri lisaniyle veya iztirar ve zaruret lisaniyle olsun- cevablandiriliyor)
- CÛD Cömertlik. El açıklığı.
-
- 1-Seha 2-Seha 3-Seha 4-Seha' 1-Büyük cüsseli. Azim-ül cüsse. 2-Cömertlik, el açıklığı. 3-(C.: Sihâ) Ev içi. Her nesnenin kabuğu. Yarasa kuşu. 4-Tıb: Beyin zarı.
- aktar / aktâr / اقطار / اَقْطَارْ Her taraf. Güzel kokulu yağlar vesaire satan adam. Güzel kokular tâciri. Ecza, ilâç satan adam. Mahalle aralarında bazı baharatla iğne, iplik vesaire satan satıcı. Baharatçı. Kuturlar, çaplar, dairenin merkezinden geçen hatlar, bölgeler, taraflar. Her taraf. Her taraf, her yer. Taraflar, yöreler. (Arapça) Vaktâ, taam girse, hem ağıza, birden bire zâika her tarafa bir telgraf çekiyor bedenin aktârına.
- tena'um (a.i. ni'met'ten. ç. tena'umât.) Nimetlenme, bolluk içinde yaşama, nimet içinde rahat etme. Tâ, dâimî tenâumla o dâimî in’âma karşı şükür ve minnettarlığını göstersin.
- durub (a.i. darb'ın ç.) Döğmeler, vurmalar, darblar, çarpışmalar.
- durub-u emsal Meşhur sözler. Darb-ı meseller. Ata sözleri. Hattâ Kürtçe durub-u emsaldendir: RNK-Mektubat/485
- 1-HAFİ 2-HAFÎ 1-Yalın ayak yürüyen veya koşan. Çok ikram eden insan. İnsanı güler yüzle karşılayan. 2-Gizli. Açıkta olmayan. Saklı. Fık: Sigasından dolayı değil, bir ârızadan dolayı mânası kapalı kalan lafız.
- zımn İç taraf. Maksad, gaye. Açıktan söylenmeyip dolayısıyle anlatılan. zımnen: gizlice (Çünkü bu âlem-i şehadet, Sâniini gayet sarih ve zahir gösteriyor ve haşri, zımnî ve perdeli haber verir.)
- istihfâf (a.i. hiffet'den.) Küçümseme, hafife alma, önemini takdir etmeme, önemsememe. Alay etme. (yarım yamalak hizmetinle Onu vaadinde ittiham ve hediyesini istihfaf etsen, pek şiddetli bir te’dibe ve dehşetli bir tâzibe müstehak olacağını düşünmüyor musun?)
- mir'ât (a.i. ç. merâî, merâyâ.) Ayine, ayna. Meşhur bir cins lâle. tas. Kâinattaki suret. Bu mişkâtın nuruna deniz yüzü ayna, şebnemlerin gözleri birer mir’at olmuştur.
- mîr (f.i. ç. mîrân.) Bey, âmir, baş; kumandan, reis; vâli.
- Mücib İcabet eden. Cevap veren. Sebeb kabul eden. İstenileni kabul eden, duâya cevap veren (Allah C.C.). (Bak: Dua) Kur’ân’a ve imana ve Risale-i Nur’a hizmet için, kullarının kalblerini ve ulvî ve süflî bütün ruhlu mahlûkatının kalplerini bana musahhar et, yâ Semî’, yâ Karîb, yâ Mücîbe’d-Daavât!
- KULUB (Kalb. C.) Kalbler, gönüller. Cenâb-ı Hak, kemâl-i rahmet ve kereminden, Kur’ân’a ve imana hizmetle meşgul olan bizleri teşvik ve kulûbumuzu tatmin için,
- MÜSTAHSİN Beğenen, iyi gören, iyi bulan. ve mutemidâne giriniz ve Sünnet-i Seniyyesinin dairesine teslimkârâne ve müstahsinâne dahil olunuz,
- SIBGA Boya, renk, levn. Din, mezheb. Biri san’atı, diğeri sıbgasıdır.
- hums (a.s. ç. ahmâs.) Beşte bir. "Mükâfat-ı hâzıramız ise: Fâsık, günahkâr bir milletten, humsu olan dört milyonu velâyet derecesine çıkardı; gazilik, şehadetlik verdi. Müşterek hatâdan neşet eden müşterek musibet, mâzi günahını sildi."
- esfel En sefil, çok sefil, en alçak, en aşağı, çok fenâ. Yani, habîsâtı ve müzahrefâtı esfelde, tayyibâtı ve sâfiyâtı âlâdadır. RNK-Mektubat/32
- SAFİLÎN Alçaklar, aşağılar, sefiller. Allah'tan (C.C.) uzak olanlar. Aşağı taraflar. Netice-i kelâm: Sen, eğer nefis ve şeytanı dinlersen, esfel-i sâfilîne düşersin.
- esfel-i sâfilîn Aşağıların en aşağısı; Cehennemin en aşağı tabakası İmtihan ve teklif, iktizâ ederler ki, hakikatler perdeli kalıp, tâ müsâbaka ve mücâhede ile, Ebû Bekir’ler âlâ-yı illiyyîne çıksınlar ve Ebû Cehil’ler esfel-i sâfilîne girsinler.
-