Risale-i Nur (Fach) / Lügat (Lektion)
In dieser Lektion befinden sich 4345 Karteikarten
--------------------
Diese Lektion wurde von enver1961 erstellt.
- istincâ' Pislikten temizlenme. “Elin dokunmuşsa abdestin bozulmaz; hicab edip kalabalık içinde suyla istinca etmemenin zararı yoktur;
- insıbağ (Sıbg. dan) Boya tutma, boyanma. Temizlenme. Çünkü, sohbette insibağ ve in’ikâs vardır.
- mercûh (a.s. rüchân'dan.) Başkası ona tercih edilmiş olan. fık. Mahkemede hasmından evvel müddeasını isbata salâhiyyetli olmayan şahıs, evvelâ hak iddiaya salâhiyetli olan râcih, ikinci derecede iddiaya sahib olan ise mercuh olur. İkinci, mercuh mezhep odur ki, Kur’ân’ın bir sûresine muaraza kudret-i beşer dahilindedir; fakat Cenâb-ı Hak, mucize-i Ahmediye (a.s.m.) olarak men etmiş. Nasıl ki bir adam ayağa kalkabilir; fakat eser-i mucize olarak bir nebî dese ki, "Sen kalkamayacaksın," o da kalkamazsa mucize olur. Şu mezheb-i mercûha "Sarfe Mezhebi" denilir.
- sitâyiş Övme, övüş, medhetme, senâ. Fakat, birinci kısım olan ihtiyar babalar, sâkitane ve sitayişkârane dinleyeceklerdir.
- Seyr Ü Süluk Tas: Takib edilecek usûl. Bir terbiye yoluna girip devam etme. Tarikata devam etme. Sohbet-i nebeviye öyle bir iksirdir ki, bir dakikada ona mazhar bir zat, senelerle seyr ü sülûka mukabil hakikatin envârına mazhar olur.
- 1-Hubb (Hibâb - Hibb) 2-Hubb 1-Sevgi, muhabbet, bağlılık, dostluk. Bir şeyi birisine sevdirmek. Hulus, lüzum ve sübut. Muhafaza ve imsâk. 2-Hilekâr, dolandırıcı, aldatıcı, kurnaz. Bu meşrepteki şatahat, hubb-u nefisten neş’et ediyor.
- 1-Sami .(a.s. sümüvv'den.) 2-Sami 3-Sami' 2-sâmî 1-Yüksek, yüce. şöhretli, ünlü. 2-Sertlik, katılık. Kuruluk. 3-İşiten, duyan, dinleyen. 4-Hz. Nuh'un oğullarından olan Sam'ın soyundan gelen ve aralarında dil yakınlığı bulunan kavimler topluluğu. bu topluluktan olan, bu topluluğa ait. tar. Ortadoğu'da ortaya çıkan Yahudilik, Hristiyanlık ve İslâm dinlerinin ortak adı; Samî dinleri. Vâkıf-ı esrar-ı Sübhân, Ferîd-i Bediüzzaman, Esseyyid Saîdi'l-Kürdî Hazretleri huzur-u sâmîsine, RNK-Barla Lâhikası/508
- müfehhimane f. Anlatarak. Anlatana yakışır şekilde. Acaba kâinatta hangi tabirat var ki, Arş-ı Âzamdan gelen Kur’ân-ı Hakîmin i’cazkârâne, müfehhimâne ihtarlarına, tezkirlerine, teşviklerine mukabil gelebilsin?
- cevf Boşluk, oyuk, çukur, iç boşluğu. Orta, yarı. Kof. “Ehl-i Cennet ruhları, berzah âleminde yeşil kuşların cevflerine girerler ve Cennette gezerler”
- tuyûrun hudrun Yeşil kuşlar; cennette bulunan kuşlar. “tuyurun hudrun“ tesmiye edilen Cennet kuşlarından tut, tâ sineklere kadar, bir cins ervâhın tayyareleridir
- hummâ Ateşli hastalık, nöbet, ateş. Sıtma. mütemadiyen, hummâlı bir faaliyetle, letafetli hayatı ve nuraniyetli zevil’idraki halk eden Fâtır-ı Hakîm, elbette,
- Mübadele Değişme. Bir şeyin başka bir şeyle değiştirilmesi. Trampa. Bu tecavüzleri önlemek için, cemaat-i insaniye, çalışmalarının semerelerini mübadele etmekte adalete muhtaçtır.
- tenebbüh (a.i. nebâhat'ten.) Uyanma, uykudan kalkma. Gafletten kurtulma, kendine gelme, aklını başına toplama. psik. Uyarım. Demek, bütün o ukde-i hayatiyelerini boğmak değil, belki tenebbüh ve neşvünema vermekle İslâm tenebbüh edip, terakkiye başlayabilir.
- itkan Sağlamlaşma. Sağlam kılma, pürüzsüz yapma, sağlam yapılış. İnanma, emin olma. Hakikata yakından vakıf olmak, delileriyle bilmek, inanmak. Muhkem kılmak, muhkem yapmak. Sâbit kılmak. Ve şu kâinatta bir itkan-ı muhkem, bir insicam-ı ahkem görünüyor.
- ser-gerdân Başı dönen, başı dönmüş, hayran. Sersem, şaşkın. Perişan. Denizimiz, şu sergerdan küre-i zeminimizdir.
- miskîn (a.s. meskenet'den. ç. mesâkîn.) Uyuşuk, tenbel, hareketsiz, zavallı. Elinden iş gelmez, beceriksiz. Aciz, uyuşuk. fık. Fakir, yoksul, kendi kendini idâre edemeyen, mal ve mülkü hiç olmayan kimse. Cüzzam hastası. tas. Varlıktan, benlikten geçmiş varlığını Hakka vermiş kimse. Görüyorlar ki, o hane amele, sefil, miskin adamlarla doludur.
-
- âkilünnebat Bitkilerle beslenenler, otoburlar. onların bir kısmı âkilü’n-nebattır, yalnız nebâtatla yaşıyorlar.
- taayyüş (a.i. ayş'den.) Yaşama, geçinme. Beslenme. Yaşama tarzı. Fakat onların medar-ı taayyüşü ve hususî şerâit-i hayatiyeleri vardır ki,
- 1-akil 2-âkil 1-Ekl eden, yiyen, yiyici. 2-Diyet ödeyenlerin her biri. Diğer bir kısmı âkilü’s-semektir, balıktan başka birşey yemiyorlar.
- bittarikılevlâ Evlâ olan yolla, daha iyi bir yolla, daha münasib bir şekilde.
- ircâ (a.i. rücû'dan.) Eski haline getirme, eski durumuna getirme. Geri çevirme, geri döndürme. kim. Redüksiyon. Hem, bilmüşahede, madde mahdum değil ki, herşey ona ircâ edilsin.
- kışr, kışır (a.i. ç. kuşûr.) Kabuk, dış taraf. Tahıl, yemiş, meyve kabuğu. Libâs, elbise. Kahve kabuğu. Belki yarılmaya, erimeye, yırtılmaya müheyyâ bir kışırdır, bir kabuktur ve köpüktür ve bir surettir.
- lüb Öz, iç. Hem, bizzarure, madde lüb değil, esas değil, müstekar değil ki, işler ve kemâlât ona takılsın, ona bina edilsin.
- TENTENE İplik gibi şeylerle örülmüş delikli bez, Dantela. Tül gibi, ince ve şeffaf derecede. âlem-i melekût ve ervah üstünde serpilmiş tenteneli bir perdedir.
- tezâyüd Artma, çoğalma, ziyadeleşme. Müslümanların Kur’ân’a hürmetleri dâimâ tezâyüd etmektedir.
- meşşaiyyun Derslerini gezerek veren, peygamberlere uymayarak yalnız akıl ve fikir ile hakikatı bulmaya çalışan ehl-i dalâlet. Dinsizlik yolunu açanlar, sadece akla itimad eden ve vahye tâbi olmayan imânsızlar. Meşşâiler. (Bak: İşrakiyyun) Hattâ, maddiyatta çok ileri giden hükema-i işrâkıyyunun meşâiyyun kısmı,
- KUVÂ-YI SÂRİYE Cereyan eden kuvvetler, görünmeyen ruhânî varlıklar. Meleklerin yanlış bir şekilde ifâde edilmesi. Hatta, akılları kör gözlerinde bulunan maddiyyun taifesi de, melaikenin manasını inkar etmeye mecal bulamadıklarından, fıtratın namuslarına nüfuz eden kuva-yı sariye ile tabir etmişlerdir.
- Melek-ül Bihar Denizlere nezaret eden melek.
- Melek-ül Emtâr Yağmurla vazifeli olan melek.
- zübde (C.: Zübüd) Netice, sonuç, hülâsa. Bir şeyin en mühim kısmı. Kaymak. Her nesnenin iyisi ve hâlisi. Madem ki Birinci Esasta ispat edildiği gibi, hayat, mevcudatın keşşafıdır, belki neticesidir, zübdesidir.
- EHL-İ EDYÂN Din sahipleri. Dinleri kabul edenler.
- melekü’l-cibal Dağlara nezâret eden melek.
-
- UKÛL-U AŞERE Aristo taksimine göre aklın on mertebesi. On akıl; bir kısım eski ve sapık felsefecilere göre, teselsül tâbiriyle müessiriyetini iddia ettikleri sebeplerden birincisi akl-ı evveldir; onlara göre akl-ı evvel Allah`ın mahlûku olup, bundan ikinci akıl, ondan üçüncü akıl ve böylece #ukul-ü aşere# denilen on akıl türemiştir; böyle bir düşünce bâtıldır ve şirktir.
- hamele (a.i. hâmil'in ç.) Taşıyanlar, kaldıranlar, hâmil olanlar, yüklenenler. Hakkı, Hulûsi, Sabri, Süleyman, Rüştü, Bekir, Mustafa, Ali, Zühtü, Lütfi, Hüsrev, Refet gibi, Sözlerin hameleleridir.
- HÜVİYET Asıl, mâhiyet, kimlik. o kanunlara bir vücut taayyün edemez, bir hüviyet teşahhus edemez, bir hakikat-i hariciye olamaz.
- ibâdullâh Allah'ın kulları, Allah'a ibadet ve kulluk edenler. onların dizginlerini ellerinde tutacak melâike denilen ibâdullah olmazsa,
- Münkasım (Kısım. dan) Bölünen, kısım kısım ayrılan, taksim edilen. Muhtelif nevilere münkasımdırlar.
- 1-Şerh 2-Şerh 1-Açma, genişletme. Açıklama. Anlaşılanı anlatma. Bir yazı veya konuşmayı kolay anlaşılması için izah etme, tafsil etme. Bir şeyi dilim dilim kesme. Bollaştırma. Bir müşkil ve mübhem makaleyi açıklama, keşif ve izhar etme. Açıklanmış yazı, risale. 2-Her nesnenin evveli. Her sene yeni doğan deve yavruları. Yiğitlik. Yarmak. ve istihsan edecek en makul keyfiyeti odur ki, Kur’ân şerh ve beyan etmiştir
- Mütemessil Bir şeye benzeyen, bir şeyin suretine giren, cisimlenip görülen. Kıssa, hikâye anlatan.
- Şems-üş Şümus Güneşlerin güneşi. En büyük güneş. Çok seyyarelerin, etrafında döndüğü en büyük bir yıldız. (...Hem şemse, kendi mihveri üstünde câzibe denilen mânevi ipleri yumak yaptırmak için dolap ve çıkrık hükmünde olan güneşi, bir Kadir-i Zülcelâl'in emriyle döndürüp, o seyyârâtı o mânevi iplerle bağlayıp tanzim etmek ve güneşi bütün seyyaratı ile sâniyede beş saatlik bir mesafeyi kestirecek kadar bir sür'atle, bir tahmine göre Herkül Burcu tarafına veya Şemsüş-Şümus cânibine sevketmek, elbette ezel ve ebed Sultanı olan Zât-ı Zülcelâl'in kudretiyle ve emriyledir. S.) Herkül Burcu tarafına veya Şemsü’ş-Şümûs cânibine sevk etmek, elbette Ezel ve Ebed Sultanı olan Zât-ı Zülcelâlin kudretiyle ve emriyledir.
- Mütabaat Birine tâbi olmak, uymak. Birini takib etmek. Hacet olmadığı veya münasip olmadığı vakitte, cereyan-ı umumiyeye mütabaatle, kavanin-i âdâtullaha destedâd-ı teslim oluyor.
- tavk (a.i. ç. etvâk.) Tâkat, güç. Boyuna takılan zinet, gerdanlık. Tasma, halka. Bazı kuşların boyunlarındaki tüyden halka. Muhtelif nam ve vesilelerle, dinsizlik gayesiyle bid'alar çıkaranlara, kahir bir darbe-i kudret ve tavk-ı lânet; İnsaf eder isen; yalnız o zamanın insanlarının değil, belki nev-i beşerin tavkı haricinde göreceksin. tavk-ı lânet:Lanet halkası
- Deste-dad Farsça El veren, yardım eden.
- Deste-dad-ı Farsça Teslim elini veren, itaat eden, uyan. Hacet olmadığı veya münasip olmadığı vakitte, cereyan-ı umumiyeye mütabaatle, kavanin-i âdâtullaha destedâd-ı teslim oluyor.
- Tarf Göz, bakış, nazar. Göz ucu. Soyu temiz kimse. Her şeyin nihayeti, sonu. Göz kapaklarını yummak veya oynatmak. Göze bir şey dokundurmakla yaşartmak. Koz: Menazil-i Kamer'den bir menzil adı. (Kamer menzillerinden birisinde aslanın alnını teşkil eden dört yıldızdan ikisi aslan gözüne benzetildiğinden bu menzile de "Tarf" denilmiştir. Bu iki yıldız daha evvel doğarlar.) eğer evham-ı seyyie, senin şu tarafa müteveccih olan fıtratının tarf’ını 1 çürütmüş ola...
- teşerrüb Suyu kendine çekme, içme. Meşreb sahibi olma. Tâ ki cevânib, ifade ve garazın kuvvetini teşerrüb etmesin. RNK-İşârâtü'l-İ'câz/403
- gılaf Kın. Kılıcın kılıfı. Bir şeyin üzerinin örtüsü. Hem iltifâtın gılâfı olan o meyvede öyle bir lezzet var ki, bin elma lezzetinin fevkindedir. RNK-Sözler/874
- binefsihî Bizzat, kendisi, kendisi ile, kendi kendine. Belki ruh binefsihî kaim ve hâkim olduğundan, ceset istediği gibi dağılıp toplansın, ruhun istiklâliyetine halel vermez.
- ba'delmemat Ölümden sonra, öldükten sonra. Evet, tek bir ruhun bâdelmemat bekàsı anlaşılsa, şu ruh nev’inin külliyetle bekàsını istilzam eder.
- ebedülâbâd Ebedlerin ebedi, tükenmez, ebedi hayat, sonsuzluk. Cennet. Elbette, ruh-u insanî, değil yalnız bekà ile, belki ebedü’l-âbâd ile alâkadar olmak lâzım gelir.
-