Risale-i Nur (Fach) / Lügat (Lektion)

In dieser Lektion befinden sich 4345 Karteikarten

--------------------

Diese Lektion wurde von enver1961 erstellt.

Lektion lernen

  • rihlet Göç, göçme. Yolculuk, sefer. mec. Ölme, ölüm.         Hakikatte akarsu gibi rıhlet ettiği halde, gafletle sureten incimad etmiş, fikr-i tabiatla kesafet ve küduret peydâ edip âhirete perde olmuştur.    
  • eazım (a.s. a'zam'ın ç.) İleri gelenler, büyükler, pek büyük olanlar. Büyük adam           Hem kalbime geldi ki, madem İmam-ı Âzam gibi eâzım-ı müçtehidîn hapis çekmiş ve İmam-ı Ahmed ibni Hanbel gibi bir mücahid-i ekber,  
  • fusûs (a.i. fass'ın ç.) Yüzük taşları. Yemiş içi. (fındık, ceviz gibi.)           Arkadaşlarından, başka cevahiri işittiği vakit hayal eder ki, o cevherler bulduğu elmasın tâbileridir, fusus ve nukuşlarıdır. 
  • gavvâs Dalgıç, inci ve sünger bulmak veya denize düşen bir şeyi çıkarmak üzere suya dalan kimse. Çok gayretli, çalışkan.           Bahr-i hakaik olan Kur’ân’ın âyetleri dahi o deniz içindeki definenin bir gavvâsıdır.      
  • murabba' (a.s. rub'dan.) 1-Dörtlü, dört şeyden meydana gelme. ed. Divan şiirinde dörder mısralık bentlerden oluşan manzume. mat. Dört kenarlı, kare. müz. Türk musikisinde dör mısralı güfte üzerine yapılan beste. 2-Terbiye görmüş, terbiye edilmiş. şeker şerbeti içinde kaynatılıp kıvama geldikten sonra dondurulup saklanan meyve. Meyve suyu tatlısı, reçel, ezme. Meyve ezmesi.   Başkası, murabba bir kehribar bulur, ve hâkezâ, herbiri eliyle gördüğü cevheri, o hazinenin aslı ve mu’zamı itikad edip, 
  • mu'zam (a.s. azm'den. ç. maâzım. mu'zamât.) Bir şeyin en büyük kısmı. İzâm edilmiş, büyütülmüş.       herbiri, eliyle gördüğü cevheri o hazînenin aslı ve mu’zâmı itikad edip, işittiklerini o hazînenin zevâid ve teferruâtı zanneder.  
  • teemmül (a.i. emel'den. ç. teemmülât.) İyice , etraflıca düşünme, inceden inceye düşünme, hesaplama               Dikkat, teemmül, evham zulümatını dağıtıyor.  
  • firâk-ı dâlle Sapık gruplar, dalâlet fırkaları, ehl-i sünnetten ayrılan gruplar, hak yoldan ayrılmış gruplar.        
  • Cuş U Huruş Kaynayıp taşma. Neş'e ve âhenk. Coşup taşma.         ve vazife başında cûş-u huruşla mes’udâne ve memnunâne bir vaziyette bulunuyor, diye müşahede etti.  
  • telâhuk (a.i. lühûk'tan.) Birbirine katılma, birbiri arkasına gelip birleşme.           Kur’ân’a mukabele ve tenkit etmek sevkiyle o vakitten beri yazdıkları ve yazılan ve telâhuk-u efkâr ile terakki eden milyonlarla Arabî kitaplar ortada geziyor.  
  • Müsellem(e) (Selm. den) Teslim olunmuş olan, doğruluğu şeksiz kabul edilen. Herkes tarafından kabul edilip emniyet ve itimad edilen. Tasdik edilip inkâr edilmeyen. Ayıplardan teberri olunmuş.         Bu insaflı mahkemenin müsellem insaflarına elbette yakıştırmayız.    
  • hâsiyet Hususi fayda. Bir şeye has vasıf. Kuvvet ve menfaat. Tesir, keyfiyet.       İlâçlara hâsiyetleri veren ve tesiri halk eden, ancak o Şâfî-i Hakikîdir.            
  • tetâbuk (a.i. tıbk'tan. ç. tetâbukât.) Birbirine uygun olma, uygun gelme, uyma. Bir şeye uygun düşme.           Ayette beyan edildiği şekil üzerine, ateş yakan adamın hali, Cezire-i Arapta sakin Kur’an’ın muhataplarından birinci tabakadaki adamların hallerine tetabuk ediyor.       
  • ufûnet Kötü ve pis koku, çürük koku. Yara veya çıban etlerinin çürüyüp pis kokması. Kötü kokulu iltihap, cerahat. Ağırlık.                                                                                                                              Sıkıntı veren manevî ağırlık.     Tekrarat-ı Kur’âniyenin bir hikmetini beyanla ehl-i dalâletin ufûnetli ve zehirli evhamlarını izale eder.  
  • Semud (Sümud) Kur'anda ismi geçen bir kavim adı. Sâlih Peygamber'in kavmi. Hz. Salih (a.s.), şam ile Hicaz bölgesi arasında Hicr bölgesinde yaşayan Semud Kavmine peygamber olarak gönderilmiştir. Semud Kavmi, hak dine inanırken zamanla ondan uzaklaşarak putlara tapmaya başlamışlar ve türlü azgınlıklarda bulunmuşlardır. Hz. Salih (a.s.), Semud Kavmini hak dine davet etmiş fakat çoğu inanmamıştır. İnanmayanlar Hz. Salih'e ve ona inananlara çeşitli eziyet ve işkencelerde bulunmuşlardır. Hz. Salih (a.s.), mucize olarak onların istediği şekilde kayalardan dişi bir deve çıkarmı,ş fakat ona inanmayanlar Hz. Salih'in (a.s.) uyarmasına rağmen deveyi öldürmüşlerdir. Semud Kavminin iyice yoldan çıkması üzerine Allah bu kavim üzerine gazabını indirmiştir. Semud Kavmi, büyük bir ses ile yerle bir olan şehirlerinin içinde helak olmuşlardır. Rivayetlere göre Hz. Salih (a.s.), kendisine inananlarla birlikte şam tarafına giderek Remle'ye yerleşmiştir. Kavmiyle yirmi sene daha yaşayan Hz. Salih (a.s.), 158 yaşında vefat etmiştir.
  • Tedvin Bir araya toplayarak tertipleme. Edb: Aynı mevzuya ait bahisleri, çalışmaları bir araya getirip kitap hâline getirme.         Evet, nasıl ki ihtilât-ı A’câm ile kelâm-ı Mudarî’nin melekesi fesada yüz tutmakla muhakkikîn-i ulema o melekeyi muhafaza etmek için ulûm-u Arabiyenin kavaidini tedvin ettiler. 
  • 1-Tefhim 2-Tefhim 3-Tefhim 1- Anlatmak. Bildirmek. 2-Ta'zim.     Bir şeyi kalınlaştırmak.     Tecvidde: Harfi kalın okumaktır. Harflerinin adına Müfahhim denir.     Şunlardır: Hı, sad, dad, tı, zı, gayın, kaf, lem, rı, vav, elif. Huruf-u isti'lâda     tefhim vâcibdir. 3- Kömürleştirme.   Binaenaleyh, Kur’an’ın muhatabı beşerdir. Kur’an’ın maksadı da tefhimdir. Yani, beşerin bilmediği şeyleri bildirmektir.        
  • mebde ü maâd Gelinen ve gidilecek olan yer; insanın dünyaya gelişi ve dönüşü.             Evet, hayat, kudret-i ezeliyenin en büyük ve en ince ve en acip bir mucizesidir ve bütün nimetlerden üstündür ve mebde ve meadın bürhanlarından en zahir bürhandır.  
  • 1-Tenkir 2-Tenkir 1-Tanınmayacak bir hale koymak.    Gr: Bir ismi harf-i tarifsiz kullanarak belirsiz yapmak. Gayr-i muayyen veya    gayr-i mahdut kılmak. 2- Sıçratmak.    Ok çevirmek.     Tenkir-i meçhuliyeti ifade eden tenvin ise, o maraz pek gizli olduğundan ne görünmesi ve ne de tedavisi mümkün olmadığına işarettir.
  • mutavassıt (a.s. vasat'tan. ç. mutavassıtîn.) Ortada vasıtalık eden. Arada ıslâh edici olan. Orta derecede. Orta hâlli. Sebeb. İyi ile kötü arasındakini alan.       Hattâ, ben mutavassıt bir bâdem ağacı gördüm ki, kırka yakın, baş hükmünde büyük dalları var.                    
  • es-sebebü ke'l-fâil Sebep olan yapan gibidir; bir fiile sebep olanın o şeyin bir misline hissedâr olması.             Es-sebebu ke’l-fâil düsturuyla, bütün ümmetinin bütün zamanlarda işlediği hasenatın bir misli onun defter-i hasenatına girmesi  
  • taaffün (a.i. ufunet'ten. ç. taaffünât.) Çürüyüp kokuşma, kötü koku çıkarma. Leş kokusu, fena ve pis koku. Kokma, kokuşma.             Nasıl ki, beyaz, güzel güneşin ziyasından bazı maddeler siyahlık ve taaffün alır.
  • tefer'un (a.i. fir'avn'dan.) Firavunlaşma. Firavun gibi son derecede kibirlenme, inatlaşma.           yoksa mehâsine masdar olarak tefer’un etmek için değildir.    
  • sirkat Hırsızlık, çalma. Zimmetine geçirme.           Meselâ, hâkim seni sirkatle mahkûm edip hapsetti. Halbuki sen sârık değilsin.    
  • terettüb (a.i. rütûb'dan.) Sıralanma, sırasında olma, sırası gelme. Bir işin birinin üzerine düşmesi. Ait olma, icabetme, gerekme. Sonuç olarak çıkma.       Halbuki, azîm tahribat ve hadsiz ademler, birtek emr-i itibarîye ve ademîye terettüp edebilir.    
  • sârık (Sârıka) Çalan, hırsızlık yapan. Hırsız. Meselâ, hâkim seni sirkatle mahkûm edip hapsetti. Halbuki sen sârık değilsin. Fakat kimse bilmez gizli bir katlin var.  RNK-Sözler/625       
  • emr-i itibâri Gerçekte var olmadığı halde var sayılan iş, olgu.         (bkz. emr-i izafi)  Öyle de, küfür ve mâsiyet, adem ve tahrip nev’inden olduğu için, cüz-ü ihtiyarî, bir emr-i itibarî ile onları tahrik edip müthiş netâice sebebiyet verebilir.                
  • KUBUH Kabahat, çirkinlikler.           Hem nasıl kader-i İlâhî, netice ve meyveler itibarıyla şerden ve çirkinlikten münezzehtir. Öyle de, illet ve sebep itibarıyla dahi, zulümden ve kubuhtan mukaddestir.
  • muahhar (a.s. te'hîr'den.) Tehir edilmiş, sonraya bırakılmış, sonra olan, sonraki, sonra. mec. Kıç.         İşte, şu âyine, şu vaziyette, onun irtisamında, o mesafelerde cereyan eden hâlât birbirine mukaddem, muahhar, muvafık, muhalif denilmez.  
  • Vücud-u Hâricî Zâhir, ademden çıkmış olan. İlmî vücuddan âlem-i şehadete gelmiş olan. Maddî varlık, cismanî eşya. Vücudu ve varlığı ortaya çıkan, bilinen.         Yani, ilim desâtiri, malûmu, haricî vücut noktasında idare etmek için esas değil. Çünkü, malûmun zâtı ve vücud-u haricîsi, iradeye bakar ve kudrete istinad eder. 
  • adem-i taallûk Alakasızlık, ilgisi olmama, alakası bulunmama, alakadan uzaklık. İlgisizlik, alakânın yokluğu.           Eğer onun tüfek atmamasını farz etsen, o vakit kaderin adem-i taallûkunu farz ediyorsun.    
  • nisbî Nisbet ve kıyaslama ile kabul edilen iş, emir.( Güzellik, çirkinlik gibi.)  Bir diğerine göre var olduğu kabul edilen iş, olgu. Kendi başına varlık sahibi olmayan iş. Şu sual sahibi, hakikî kemâli bilmiyor, yalnız nisbî bir kemâl zannediyor. Halbuki, gayra bakan ve gayra nisbeten hasıl olan meziyetler, faziletler, tefevvuklar hakikî değiller; nisbîdirler, zayıftırlar. Eğer gayr nazardan sakıt olsalar, onlar da sukut ederler. Meselâ, sıcaklığın nisbî lezzeti ve fazileti, soğuğun tesiriyledir. Yemeğin nisbî lezzeti, açlık eleminin tesiriyledir. Onlar gitse, bunlar da azalır. RNK-Sözler/841           Öyle ise o meyelân, o tasarruf, bir emr-i nisbîdir.    
  • emr-i itibarî Hakikatte olmadığı halde var olduğu kabul edilen emir, iş.               Fakat o meyelândaki tasarruf, Eş’ariyece bir emr-i itibarîdir.       
  • illet-i tâmme Herhangi bir şeyin var olması için lâzım gelen sebeblerin tamamı. Bu sebebler var olunca neticesinin vücuda gelmesi bizzarure ve bilvücub iktiza eder.           Emr-i itibarî ise, illet-i tâmme istemez ki, illet-i tâmme vücudu için lüzum ve zaruret ve vücub ortaya girip ihtiyarı ref’ etsin.     
  • tereccuh-bilâ müreccih Hiç bir üstünlük sebebi yok iken birbirine eşit iki şeyden birisini diğerine üstün tutmak.           Tereccuh bilâmüreccih muhâldir. Yani, müreccihsiz, sebepsiz rüçhâniyet muhâldir. Yoksa, tercih bilâmüreccih câizdir ve vâki’dir. İrâde bir sıfattır; onun şe’ni, böyle bir işi görmektir.            
  • hedm Yıkma, harab etme, parçalama. İnşa olunmuş bir yapıyı yıkma.             Şu ise, usul-ü kelâmiyenin en mühim bir esasını hedmeder. 
  • Tereccuh Üstün olmak. Bir tarafa meyletme.             Hasenat ve seyyiâtın muvazenesi kemiyete bakmaz, keyfiyete bakar. Bazı olur, birtek hasene bin seyyiâta tereccuh eder, affettirir.      
  • Tevakkuf (a.i. vukûf'tan ç. tevakkufât.) Durma. Eğlenip kalma. Duraklama.             Bazı eğri büğrü hudutlarda, meyve ve faidelerin yerini tanır, görür, bilir gibi durur, tevakkuf eder.        
  • imam-ı mübîn Kader defteri. Geçmiş ve gelecekte eşyanın alacakları sanatlı ve düzenli hallerin yazıldığı, programlandığı ilim defteri.         Evet, bir çekirdekte, hem bedihî olarak, irade ve evâmir-i tekvîniyenin ünvanı olan Kitab-ı Mübînden haber veren ve işaret eden, hem nazarî olarak emir ve ilm-i İlâhînin bir ünvanı olan İmam-ı Mübînden haber veren ve remzeden iki kader tecellîsi var: 
  • 1-İstinsah (Nesh. den) 2-İstinsah (Nush. dan) 1-Sahifeyi çoğaltmak, nüshasını yazmak. Kopya etmek.    Yazarak çoğaltmak.    Silinmesini ve iptalini istemek. 2-Nasihat alma. Öğüt isteme.       Hem istinsâhını tamamlayacağım yeni telif edilen Nur Risâlelerı var" diye düşünerek, hapishâne müdürüne, "Benim kırk gün sonra tahliye edilmem lâzım.      
  • keyfemâyeşâ Kendi keyfince, keyfi nasıl isterse, başıboş.             Yalnız nefs-i emmârenin cüz’î hürriyetini selb eder ve firavuniyetini ve rububiyetini ve keyfemâyeşâ hareketini kırar.    
  • reyhân (a.i. ç. reyâhîn.) Hoş güzel koku. Rızık ve maişet, rahmet. Ekin yaprağı. Fesleğen denilen kokulu bir ot.       Zira, gözün nuru, nur-u imanla ışıklanırsa ve kavileşirse, bütün kainat gül ve reyhanlarla müzeyyen bir cennet şeklinde görünür.               
  • emn ü emân Rahat, huzûr ve güven içinde olma. Emniyet ve eminlik. Korkusuzluk ve emniyet hâli.           Sıkıntı vermediği gibi, nihayetsiz bir hiffet, bir rahatlık ve ravh ve reyhânı veren ve emn ü emânı temin eden bir sürur, bir nur veriyor.              
  • muvahhiş (a.s. vahşet'ten.) Vahşet veren, vahşileştiren. Dehşet veren, korkutan, korkutucu.         Kudreti, iradesi, hürriyeti milyondan birisine kâfi gelmediği için, çektiği mânevî sıkıntı ağırlığı ne kadar müthiş ve muvahhiş olduğu anlaşılır.    
  • ravh Rahatlık. Rahmet ve kolaylık. Serin serin esen rüzgârın vücuda dokunmasiyle verdiği serinlik ve sefa. Koklamak.         Sıkıntı vermediği gibi, nihayetsiz bir hiffet, bir rahatlık ve ravh ve reyhânı veren ve emn ü emânı temin eden bir sürur, bir nur veriyor.  
  • tasaffî (a.i. safâ'dan.) Saflaşma, durulaşma, temizlenme.             Evet birşeyin şekillerinde vukua gelen devir ve teslim sırasına gidenler müteessir, gelenler de memnun olurlar. Ve bu sayede hayat tasaffi eder, temizlenir. Vücut da teceddüd eder.
  • şerr-i mahz Sırf şer. Hiç hayır ciheti olmayan şer ve musibet.             Vücut hayr-ı mahz, adem şerr-i mahz olduğuna, bütün mehâsin ve kemâlâtın vücuda rücuu ve bütün maâsî ve mesâib ve nekaisin esası adem olduğu delildir.  
  • Takaddüm (Kıdem. den) Önde bulunma. İleri geçme. Zaman veya mevki bakımından ileride olma.           Bu noktalar ise, iman ile elde edilebilir. Demek, kalbin sem’ ve basara hakk-ı takaddümü vardır. 
  • hud'a Hile, oyun. Aldatma. Düzen. Mekir. Bir kere aldanmak. Herkese aldanan. Safdil.       İstihza, hud’a, ikiyüzlülük, hile, kizb, riya gibi kötü ahlâklar münafıkta var. Kâfirde o derecede yoktur. Bu cihetten münafıklar hakkında itnab yapılmıştır.
  • ıtnab itnab Edb: Konuşurken, fazla tafsilât vermek. Lüzumundan fazla sözü uzatmak. (Îcazın zıddı) sözü uzatma; yeni bir fayda için, maksadı alışılmamış bir tarzda uzun bir söz ile ifade etmek         En nihayet, lisanından kelime-i tevhidin kalbine damlamasına zemin hazırlamak için itnab yapılmıştır.