Risale-i Nur (Fach) / Lügat (Lektion)
In dieser Lektion befinden sich 4345 Karteikarten
--------------------
Diese Lektion wurde von enver1961 erstellt.
- tansîf (a.i. nısf'tan.) Yarı yarıya bölme, iki eşit parçaya ayırma. Ve intihap edilen şu tarikten başka hiçbir ihtimalle mezkur tansif mümkün değildir.
- hâb (f.i.) 1-Uyku. Rüyâ. Gaflet. Ölüm. 2-Günah. Suç.Üzüntü, sıkıntı. 3-Gizlemek, örtmek, setretmek.
- yevm-i fasl İnsanların kısım kısım ayrıldığı ve davaların halledildiği kıyamet günü. iyi insanların kötü insanlardan ayrıldığı gün Öyle ise, yevm-i fasl olan kıyamet sizi bekliyor.
- esâlib-i Kur'âniye Kur'ân'a âit üsluplar. Şimdi, esâlib-i Kur’âniyeye, sûre itibarıyla, maksat itibarıyla, âyât ve kelâm ve kelime itibarıyla birer işaret edeceğiz.
- benîbeşer İnsanoğulları, insanlar.
- hadîka (a.i.ç. hadâik.) Etrafı duvarla çevrilmiş bahçe, sulu, ağaçlı bahçe. ve “bağ” ise âhirde ve âhiretteki hadikaya ve bağa bakar.
- Ahz-ı Asker Askere alma. Askere alınma. Nasıl bir kumandan-ı âzam, mücahede ve manevra ve ahz-ı asker şubeleri gibi, mücahedeye lâzım işler için iki daireyi teşkil edip açmış.
- PADİŞAH-I BÎMİSÂL Benzersiz padişah. Aynen öyle de, Padişah-ı Bîmisal, kavm-i Nuh’un mahvı için semâvât ve arza emir vermiş.
- daire-i teklif Vazife dâiresi, kulların yapmakla vazifeli olduğu emir ve yasaklar dâiresi. sorumluluk ve imtihan yeri Öyle de, semâvât ve arz, böyle iki daire-i teklif ve tecrübe ve imtihan için açılmıştır.
- 1-i'lam 2-ilam 1-Bildirmek. Belli etmek. Anlatmak. Mahkeme hükmünü bildiren resmi karar yazısı. 2-Elem vermek. Rencide etmek. Düğün yemeği. Hâlık-ı Zülcelâlin hikmetini ilâm eder.
- Medar-ı Maişet Geçim vasıtası. Geçim kaynağı. Yalnız, medar-ı maişetim için, yeni huruf çıkmadan evvel, haşre dair bir risalemi tab ettirdim. Bunu da, bana karşı insafsız eski vali, o risaleyi tetkik edip, tenkit edecek bir cihet bulamadığı için ilişemedi. RNK-Mektubat/107
- nişin f. "Oturan, oturmuş" gibi mânâya gelir ve başka kelimelerle birleşir. Evet, saadet saray-ı istikbalde taht-nişin hakaik ve maarif yalnız İslâmiyet olacaktır.
- 1-Tecrî (Cereyan. dan) 2-Tecri' (Cer. den) 1-Cereyan ediyor, akıyor, gidiyor. 2-Yudum yudum içirme. Şöyle ki: Tecrî lâfzıyla, yani “Güneş döner” tabiriyle, kış ve yaz,
- mekik (f.i.) 1-Dokumacılıkta, atkı ipliklerini çözgü iplikleri arasından geçirmekte kullanılan masuralı âlet. 2-mec. Durduğu yerde durmayıp devamlı gidip gelen kimse. Mevsimlerin mahsulatlarını hayvan ve insanlara getirdiği aynı kanunla, aynı zamanda, güneşi bir mekik, bir çıkrık yaparak, merkezinde cezbedarane ve cazibekarane döndürüp, Manzume-i Şemsiye ordusu olan seyyarat yıldızlarını kemal-i mizan ve intizamla vazifelerde çalıştınr.
- Kureyş (ö.i.) 1-Kökü Hz. İbrâhim'e dayanan Peygamberimiz Hz. Muhammed'in mensup olduğu meşhur Arap kabilesi. 2-Kur'ân-ı Kerîm'in 106. sûresi. 4 ayettir. Kureyşîler dediler: "Nereden biliyorsun?" Mübarek rahip dedi ki: RNK-Mektubat/198
- etbâ (a.s. tâbi'in ç.) Tâbi olanlar, uyanlar, birisinin idâresinde olanlar, bağlı olanlar, halk, yönetilenler. Birinin sözüne, işine, mesleğine uyanlar. Hizmetçiler, uşaklar. Bu, onların hiç sözlerine benzemez; olsa olsa etbâımızı kandırmak için sihir demeliyiz. Olsa olsa, etbâımızı kandırmak için sihir demeliyiz.
-
- Müteezzi Ezâ duyan. Üzgün, incinen. Cefa gören. En hastalıklı, az bir sözden müteezzî olan bir kulağa nâhoş gelmiyor, hoş geliyor.
- 1-selîs (a.s. selâset'ten.) 2-selis 1-Düzgün, akıcı, ahenkli, selasetli anlatış, akıcı söz. ed. Aşık edebiyatında aruzun feilâtün feilâtün feilâtün feilün kalıbıyla yazılan şiir. 2-Kolay, yumuşak. Boyun eğmiş, bağlı. Evet, Kur’ân mânen, üslûb-u beyan cihetiyle fevkalâde beliğ olduğu gibi, lâfzında gayet selis bir fesahati vardır.
- melfûz (a.s. ç. melfûzât.) Söylenmiş, söylenilen, okunan. Telâffuz olunmuş, okunmuş olan; söylenmiş, ağızdan çıkan söz. Hemze, melfuze ve gayr-ı melfuze yirmi beştir ve hemze’nin sakin kardeşi elif’ten üç derece yukarıdır.
- selsebil Cennette bir çeşme veya ırmak. Tatlı ve hafif su . Suyun kademeli olarak akmasını sağlayacak şekilde yapılmış çeşme. Tatlı su çeşmesi. Cennete dâir, Cennetten daha güzel, hûrilerinden daha latîf, selsebilinden daha tatlı olan beyânât-ı âyât-ı Kur’âniye kimseye söz bırakmamıştır ki, fazla birşey söylensin.
- 1-Darî 2-Dari' 3-Dari' 1-Ot ve yem satan kişi. Evinden çıkmayan kimse. 2-Hurma dikeni. Acı ve dikenli bir ağaç. 3-Adımı geniş olan kişi. yüzünde saldıran Cehennem gibi, midesinde acı, dikenli darî gibi tesir eder.
- Gayz 1-Hiddet, kin, öfke, gadab. Dargınlık. Hınç. 2-Bir şeyin pahası eksilmek. Hilkati noksan olma. Kıymetten düşük şey. Suyun eksilip azalması, yere çekilmesi. Yani, eğer onlar yaptıkları fenalıkla gayz ve hasetlerini izale için bir deva, bir ilaç talebinde iseler, o zannettikleri ilaç, kalblerini, ruhlarını bozan bir zehirdir. Evet, bir zâtın tehdidini gösteren Cehennem gibi bir azap memuru, öfkesinden ve gayzından parçalanmak vaziyetini alması ve
- Rasas Kurşun, kalay, lehim. Nasıl elmas, altın, gümüş, rasas, hadid, ilh. herbirinin birer kıymet ve hâsiyet-i mahsusası vardır ve mütehaliftir.
- Sımah Kulak deliği, kulak. Hattâ kalbe değil, belki sımahta, belki hayalde bile yerleşemiyor.
- temyîz (a.i. meyz'den.) 1-Ayırma, dikkatle ayırma. 2-İnceleyip seçme, seçilme. 3-İyiyi kötüden ayırdetme. 4-Bir davanın kararının bir üst mahkeme tarafından tekrar incelenmesi. 5-Bu incelemeyi yapan mahkeme, yargıtay.
- mezmum Makbul olmıyarak ayıplanmış. Kötü. Zemmedilen, aşağılanan. Ayıplanan, yerilen, beğenilmemiş. Demek, zemm ve gıybet aklen, kalben ve insaniyeten ve vicdânen ve fıtraten ve asabiyeten ve milliyeten mezmumdur. Yoksa, kibir ve gururu tazammun ettiğinden mezmumdur.
- müstekreh Tiksinilen. İğrenç. Çirkin.Fıtratınız bozulmuş mu ki, en muhterem bir halde bir kardeşine karşı, etini yemek gibi en müstekreh bir iş yapılıyor?
- Keyfe Arabçada sual cümlesinin başına gelir. "Nasıl? Nice?" mânalarınadır.
- Bülega (Belig. C.) Beliğ olanlar, Belâgat sâhipleri. Belâgat ilmi mütehassısları. Edebiyatçılar.
- Butlan Haksızlık. Bâtıl olma. Boş ve abes olmak. Hak olmamak. Çünkü, ferdi olmayan bir meslekte tevatür vardır; tevatürde butlan yoktur.
- müsmir Meyvedâr, meyveli, meyve veren; hayır ve fayda veren. Desâtir-i hikmet, nevâmis-i hükûmetle; kavânin, revâbıt-ı kuvvetle imtizaç etmezse; cumhur-u avamda müsmir olamaz.
- Mütecebbir (Cebr. den) Zorba zor kullanan, cebir yapan. Kibirlenen. Halbuki, mütecebbir zalimlerin rüesaları olan Firavunların, Nemrudların akıbetleri malûmdur.
-
- tâgî (a.s. tuğyân'dan. ç. tâğûn, tugât.) 1-Azgın, azmış. 2-Asi, isyan eden, söz dinlemez. 3-Mütekebbir ve ahmak olan. 4-Dindar olmayan padişah. Yahut inkârlarına sebep, tâği zalimler gibi, Hakka serfuru etmemeleri midir?
- berr (a.i. ç. ebrâr.) İyilik ve ihsanı bol olan.(ALLAH) Nimetleri herkese, umuma ihsan eden. Va'dinde sâdık. Sözünde duran. Muhsin. Keremkâr. Doğru sözlü, hayır işleyen kimse. Gerçeklik, sıdk. Susuz, kuru yerler. Toprak. Yeryüzü, yer. Meselâ, "Sevr" ve "Hûd" isminde ve âlem-i misâlde sevr ve hûd timsâlinde berrî ve bahrî hayvanât nâzırlarından iki melâiketullah, âdetâ bir koca öküz ve cismânî bir balık zannedilerek, hadîse ilişilmiş.
- berahin-i tevhid Tevhid bürhanları, Allah'ın birliğinin ve varlığının delilleri. Çünkü, semâda yıldızları kadar, zeminde çiçekleri kadar berâhin-i tevhid görünüyor, okunuyor.
- meded-res meded-resân (a.f.b.s.) Yardımcı. İnâyet eden. Yardım eden. Meded, yardım yetiştirici, imdad yetiştiren.
- savlet Saldırma. Ani ve şiddetli atılış. şiddetli hücum. Atılma, saldırma, hücum. Eğer çendan savlet etseler de, muvakkattir.
- HÂDİSE-İ NEVMİYE Uykuda olanlar, rüyâdaki hâdiseler.
- MÜLÂTEFE Şaka yollu takılmak; iltifatta bulunmak. Münâzarât nâmındaki eserde, bâzı latîfe sûretinde bâzı kayıtlar, hâşiyecikler bulunur. O eski zaman telifinde zarîfü’t-tab talebelerine bir mülâtefe nevindendir.
- kemâl-i taacüb Çok fazla şaşırma, hayret etme. Üstadımız da, rüyada güldüğü gibi aynen öyle gülmüş. Birden rüya hatırına gelip bu acip ve aynı aynına tâbiri kemâl-i taaccüp ve hayretle karşılayıp ona demiş: “Sakın istimal etmesin.
- mukadder (kader´den) Tâyin olunmuş. Kısmet. Kader. Miktarı tâyin ve takdir olunmuş olan. Kazâ. Kıymeti biçilmiş. Beğenilmiş. Yazılmış olan. Hem üç aylık yol bize de nasip olur mu ki?" diye gece ve gündüz gözyaşları döküyordum. Demek mukadder şimdi imiş.
- tayy-ı mekân Mekânı ortadan kaldırmak. Bir şahsın bir anda muhtelif yerlerde görünmesi. Ruhen şimdiki zamanı aşıp başka bir zamana atlayabilmek. Hem tayy-ı mekân ve bast-ı zaman ve enenin mâhiyeti ve iki vechi gibi pekçok ince hakâikı beyân eden müteferrik mevzulardan müteşekkil bir kıymettar risâledir.
- fevkalhad Sınırın üstünde. Haddinden fazla, pek çok, haddin ötesinde, üstünde. İşte, makam-ı iddia, bu yüksek ehl-i vukufun raporuna bakmayarak, eski ve müşevveş ve nâkıs rapora binaen acip tarzlarda bizi itham etmesinden, hakikaten fevkalhad müteessir bulunmaktayız.
- kelime-i tesbihfeşan Çok çok tesbih yapan, tesbih saçan kelime, söz.
- perde-i cümûd 1-Soğuk, donmuş, katı perde. 2-İnsanı gaflete düşüren perde, dini değerlerden uzaklaştırmak için akıl ve hissiyatı kendisi ile meşgul ettiren perde. 3-mec. Tabiat, âlem. herşey zulmet-i cehil ve gaflet altında, perde-i cumud-u tabiata sarılmış olduğu bir anda, RNK-Sözler/584
- hâb-ı râhat Rahat uykusu. İstirahat için uyku. Rahat ve tasasız uyku. sizi birbirini sever, ünsiyet eder çift, geceyi hâb-ı rahatınıza örtü, gündüzü meydan-ı maişet, güneşi ışık verici,
- ilzâm 1-Susturma, cevap veremez hale getirme. 2-Tartışmada kuvvetli deliller ve belgeler öne sürerek karşındakini cevap veremez hale getirme, münazarada karşısındakini susturma. Ve en muannid hasmı dahi ilzam eder.
- istitâr istitar (a.i. setr'den.) 1-Kapanma, örtünme. 2-Yazma. gayet gizli perde altında intişar ve istitara mecbur olmasına işareten, İmam-ı Ali Radıyallahu Anh, Evet, seyyar yıldızlara ve istitar ve intişarlarına işaret eden şu âyet, gayet âli bir nakş-ı san’at ve âli bir levha-i ibret, nazar-ı temâşâya gösteriyor.
- sahrânişin Çadırda yaşayah, göçer, bedevî. Çölde oturan. Sahrada hayat geçiren. Hem Yahudi milleti hırs ile, ribâ ile, hile dolabı ile rızıklarını zilletli ve sefaletli, gayr-ı meşru ve ancak yaşayacak kadar rızıklarını bulması ve sahrânişinlerin, yani bedevîlerin, kanaatkârâne vaziyetleri, izzetle yaşaması ve kâfi rızkı bulması, yine mezkûr dâvâmızı katî ispat eder.
- rikkat-i cinsiye Cinsi şefkat. İnsanın kendi cinsinden olana acıması. Hiç rikkat-i cinsiyeniz, hiç sıla-i rahminiz yok mu ki, böyle çok cihetlerle kardeşiniz olan bir mazlumun şahs-ı mânevîsini insafsızca dişliyorsunuz? Hiç aklınız yok mu ki, kendi âzânızı kendi dişinizle divane gibi ısırıyorsunuz?
-