Risale-i Nur (Fach) / Lügat (Lektion)
In dieser Lektion befinden sich 4345 Karteikarten
--------------------
Diese Lektion wurde von enver1961 erstellt.
- muvâzene (a.i. vezn'den.) İki şeyin eşit olma hali, denklik, denge. İki şeyin ağırlıkça birbirine denk olması. Gelir ile giderin dengelenmesi, gelir ve gider denkliği. Ölçü, kıyas, mukayese. fiz. Denge. Düşünce, tedbir. Birbirini yok eden kuvvetlerin tesiriyle meydana gelen sakinlik hali.
- MÜŞTEKÎ Şikâyetçi Tahdîs-i nimet olmak üzere şunu da arz etmek isterim ki, hastalığımdan müştekî değilim.
- cidal Sözle mücadele, ateşli konuşma, tartışma. Muharebe, cenk, kavga, çarpışma, savaş. "Hayat bir cidaldir" diye, ahmakane hükmetmişsin.
- incizâb Cezbedilme, kapılma, çekilme. ast. Gök cisimleri arasındaki çekim. Demek, bu vicdânî olan incizab ve cezbe
- LİVECHİLLÂH Allah için. Allah nâmına, Allah aşkına. (Allah için işleyiniz, Allah için görüşünüz, Allah için çalışınız, Lillâh, Livechillâh, Lieclillâh rızâsı dâiresinde hareket ediniz, o zaman sizin ömrünüzün dakikaları, seneler hükmüne geçer. L.) Hem, yalnız livechillâh, rızâ-i İlâhî için, fazîlet için amel eder, çalışır
- râbıta (revâbıt c) (a.i. rabt'dan.) İki şeyi birbirine bağlayan şey, bağ. Yakınlık duyma, münasebet, ilgi, alâka, bağ. Bağlılık. Tutarlılık. Tertip, düzen. tas. Dervişin şeyhine karşı hissettiği mânevî yakınlık, bir tarikat mensubunun, kendini tamamen mürşidinin mânevî terbiyesine teslim ederek onun davranış ve hallerini benimsemesi.
- unsuriyet Irkçılık. Bir kavmi veya kendi soyunu daha şerefli sayarak diğer insanları hakir görmek. Menfî milliyetçilik. Kitleler mabeynindeki rabıtası, âhari yutmakla beslenen unsuriyet ve menfî milliyettir. O ise, şe’ni böyle müthiş tesadümdür.
- MAALİYAT İnsan aklının yetişemediği veya zor yetiştiği yüksek fikir ve derin bilgiler. Heyhât!Bu maâliyatı lâyıkıyla fehmedemediğim için, ancak kabiliyetim nisbetinde feyz aldığımı itiraf etmek mecburiyetindeyim.
- FEŞAN f. Saçma. Neşretme. Yayıcı. Serpici olan. âlem-i cismanî bir tenteneli perde gibi, şûlefeşan gaybî avâlim üzerinde.
- HUTBE-İ EZELİYE Ezelî hutbe. Kur`ân- ı Kerim. varlığının başlangıcı olmayan Allah’ın konuşması
- 1-MUHAT 2-MUHAT 1-İhâta olunmuş. Etrafı çevrilmiş. Etrafı kuşatılan. Bir şey içinde bulunan. 2-Burundan akan sümük. Sümük gibi ve yapışkan cisim. Hem meselâ, o vakit, cehâlet sisiyle muhât İngiltere, İspanya’da yeni gurûb; Amerika’da gündüz; Çin’de, Japonya’da sabah olduğu gibi,
- HİCAB Perde. Örtü. Hâil. Utanma. Kendini kusurlu bilip insanlar arasından çekilmek. Men'etmek. Allah ile kul arasındaki perde. Setretmek. Gizlemek. tas. Allah sevgisinde veya bilgisinde insana engel olan bağ. Bunlardan birisi bir mecma-ı azîmde müskirattan tenfir yolunda zecr-i şer’î ile kanaat etmeden öyle birşey demiş ki, yazmasından ben hicap ettim;
- nisbet-i ref' Lağvetme, hükümsüz bırakma oranı. Kaldırma oranı Kalkınma, kalkındırma, yüceltme oranı. Çünkü, kabiliyeti miktarınca ve yetmiş bine yakın hicapların4 nisbet-i ref'i(ortodam kaldırma oranı) derecesinde mazhar-ı hitap olabilir. RNK-Sözler/197
- fâik fâika (a.s. fevk'den.) Fevkinde bulunan, mânevi olarak üstünde olan. Âlâ. Üstün, seçkin, ileri, yüksek. Başın boyun ile bitiştiği yer. " Şecaat gibi her haslette faik olduğunu o zaman düşmanları dahi tasdik ettiklerini tarihler naklediyorlar.
- sırr-ı tefevvuk üstünlük sırrı Ve Türk milletinin sırr-ı tefevvukunu onlarla anladım.
- 1-TANZİR 2-TANZİR 1-Tazeleştirme, tazelendirme. 2-Benzetme. Benzetilme. Nazire yapma. Bir yazının şekil ve mâna bakımından benzerini yazma. (“kuran , bunlara benzemez . hiçbirisi onu tanzir edemez .”)
-
- KAB-I KAVSEYN İki yay mesâfesi. Hz. Muhammed`in (a.s.m.) Mirac`a çıkışıyla vardığı son nokta. Cenab-ı Hakka en yakın olan makam; Peygamberimiz Miracda bu makamda bizzat Allah’la görüşmüştür (bk. ḳ-v-b) Bütün yaratılanları arkasına alıp Yaradanla müşerref ve muhatap olduğu makam. İmkân ve vücub ortasında bir makam. Arş’a ve Kàb-ı Kavseyne kadar gitmek, aynı hak, nefs-i hakikat ve mahz-ı hikmettir. Cebrâil’i arkada bırakıp, Kab-ı Kavseyne koşup giden zât-ı nuranîsine hayal gözünü kaldırıp bakmak lâzım gelir. Yoksa ya hürmetsizlik edecek veya nefs-i emmâresi inanmayacak.
- Sidret-ül Münteha Beşerî ilmin son haddi olup ötesini Allah'ın bildiği âlem. Mahlukat ilminin ve amelinin kendisinde nihayet bulup kevn âlemini hududlandıran bir işaret. Yedinci kat gökte olduğu rivayet edilen ve Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm'ın ulaştığı en son makam. Arşın sağ yanında bir ağaçtır ki ötesine hiç bir mahluk geçemez. elbette Mi’rac merdiveniyle Cennete, Sidretü’l-Müntehâya, Arş’a ve Kàb-ı Kavseyne kadar gitmek, aynı hak, nefs-i hakikat ve mahz-ı hikmettir.
- fâtiha (a.i. ç. fevâtih.) Açan, başlama, başlangıç; açılan şeyin ilk bölümü. ö.i. Kur'ân-ı Kerim'in birinci suresi. "Ümmü'l-Kitâb (Kur'ân'ın anası)," "el-Esas," "el-Vâfiye," el-Kenz," "el-Kafiye," "el-Kenz," "es-Sebu'l-Mesânî " gibi adları da vardır. Mekke'de nazil olmuştur. 7 âyettir. 3-mec. Başlama, giriş.
- nebî (a.i. nebe'den ç. enbiyâ.) Haberci, elçi. Allah'ın elçisi, habercisi; peygamber, resul. Kendisine kitap indirilmemiş peygamber. Kur’ân’ın, Cenâb-ı Hakkın yanında ehemmiyetini bilesin. Eğer şu Dördüncü Esasın kıymettar sırrını fehmettin ise, enbiyâya gelen vahyin ekseri, melek vâsıtasıyla olduğunu ve ilhamın ekseri, vâsıtasız olduğunu anlarsın. Hem, en büyük bir velî, hiçbir nebînin derecesine yetişmediğinin sırrını anlarsın. Hem, Kur’ân’ın azametini ve izzet-i kudsiyetini ve ulviyet-i i’câzının sırrını anlarsın.
- hilkat Doğuştan gelen vasıf, yardılıştan olan. Yaratma, yaratış; yaratılma, yaratılış. Eğer onun hakiki mahiyeti ve sırr-ı hilkati bilinse, kendisi açıldığı gibi, kâinat dahi açılır. Şöyle ki:
- hurûc Çıkma, dışarı çıkma, çıkış. Ayaklanma, isyan. Hem görmüyor musunuz, o su ile ölmüş memleketi ihyâ ediyorum, binler dünyevî haşirleri icad ediyorum. Nasıl bu nebâtâtı kudretimle bu ölmüş memleketten çıkarıyorum; sizin haşirdeki hurûcunuz da böyledir.
- taaccüb (a.i. aceb'den.) şaşma, hayret etme, şaşakalma. Ben ve hem Feyzi çok taaccüb ve hayret ettik. Otuz günde bir defa gülmeyenin, bir günde otuz defa gülmesi bizleri hayrette bıraktı.
- 1-Cüda 2-Cüda' 1-f. Ayrılık. Ayrılmış. 2-Ölüm. Mevt. Hayvana muzır olan otlak, çayır. (Fakat, ciltten cüdâ olmuş bir meyve gibi, o mübarek mânâların ruhları uçar, zulmetli kalb ve kafalarda beşerî postunu bırakıp gider.) Fakat, intizamdan şüzûz etmiş, kabîlesinden cüdâ olmuş, yalnız olarak gurbete düşmüş, denizin altında olan bir böceğin bir yeşil yaprakla iâşesini görür, ondan tecellî eden lûtuf ve keremle bütün balıkçıları ağlatmak ister. Fakat, ciltten cüdâ olmuş bir meyve gibi, o mübarek mânâların ruhları uçar, zulmetli kalb ve kafalarda beşerî postunu bırakıp gider. Nur uçar, dumanı kalır. Her ne ise...
- müstagni (Gani. den) 1-Kimseden bir menfaat beklemeyen, bir şey istemeyen, istiğna eden, kimseye ihtiyacı olmayan. Gönlü tok, tok gözlü. Çekingen, nazlı. 2-Gerekli ve lüzumlu bulmayan. hak olan mesleği ise, insanları aldatmak veya yanıltmaktan müstağni, münezzeh ve yücedir.
- Zi-l Ecniha Çok cihetli, çok hususiyetli bulunan. Kanatlar sahibi. Çok taraflı. herbiri zi’l-ecnihâ olan altı cümlenin terkibâtından müteşekkil bir hazîne-i ilm-i tevhid bulunur ve tazammun ediyor.
- şüzuz şüzuzât (şâzz. dan) Kaide ve kanun dışı kalmak. Yalnız kalmak. Karşı olmak, muhalif olmak. Zaman-ı Âdem’den beri bir kanundan hiçbir fert şüzûz etmemek ve hâricine çıkmamak olamaz.
- Necm (a.i. ç. encâm, encüm, nücûm.) Yıldız, ahter, kevkeb. Ülker yıldızına da denir. Ülker, onbir yıldızdır.Altısı görünür, gözü kuvvetli olan yedinciyi de görebilir. (Peygamberimiz (A.S.M.) hepsini de görür idi.) Belirli olan vakit. (Araplar, vakti yıldızlarla tahdit ederlerdi) Kabak ve hıyar gibi yayvan nebat. Belirli vakitte yapılan vazife. Kur'an-ı Kerim. Ceste ceste, kısım kısım oluş. Kur'an-ı Kerim'in her defa inzal edildiği kısım. Huk: Bir borcun taksitlerini ödemek için hulül eden muayyen borç. Mekke'de inen, 62 âyetten oluşan, Kur'ân'ın 53. sûresi. Âyetler, necimler gibi ülfet perdesini deler, atar. İnsanın kulağından tutar, başını eğdirir.
- sâkıb (a.s. sakb'dan.) Delen, delik açan, bir taraftan öbür tarafa delip geçen. Pek parlak, ışıklı. Tesirli, etkili. Öyle nücum-u sâkıbedirler ki, cehlin zulmünü ve nazar-ı sathînin zulümatını def ettikleri gibi;
- necm-i sâkıb Parlak yıldız, karanlığı yırtarak geçen parlak yıldız. Satürn. Kur'ân'ın herbir âyeti, birer necm-i sâkıp gibi, i'caz ve hidayet nurunu neşirle küfrün zulümatını nasıl dağıttığını görmek, zevk etmek istersen, kendini o asr-ı cahiliyette ve o sahrâ-yı bedeviyette farz et ki, herşey zulmet-i cehil ve gaflet altında, perde-i cümud ve tabiata sarılmış olduğu bir anda, birden Kur'ân'ın lisan-ı ulvisinden RNK-Sözler/202
- Cümud Donuk. Katı. Sert. Mc: Gayretsiz. Soğukluk. Tabiatta şu müthiş cümûdiyeleri de seni hiç korkutmasın.
- tekellüm (a.i. kelâm'dan.) Söyleme, konuşma, lâf etme. ed. Bir yazarın kendisini ölmüş farzederek yazı yazması. Eğer başkasının hissiyat ve efkârının tasvîrinde ise mahkî anh’a hulûl etmek ve onun kalbinde misafir olmak ve lisanıyla tekellüm etmek gerektir.
-
- Vâfî (a.s. vefâ'dan.) Yeter, tam, elverir. Sözünde duran, ahde vefa eden, sözünün eri. vaadini yerine getiren Cenâb-ı Hak. zeminin yüzünde bütün zevi’l-hayatın tâifelerine kâfi, bütün hâcetlerine vâfi bir sofra-i rızk-ı umumi kurulmuştur.
- Sarahat Sarih olmak, zâhir olmak. Açıklık. Kaymağı alınmış süt. Evet, bu ayetlerin sarahatine göre, ölüm, zeval, firak, adem kapısı ve zulümat kuyusu olmayıp ancak Sultan-ı Ezel ve Ebedin huzuruna girmek için bir medhaldir.
- Mümanaat Mâni olma. Set çekme. Önleme. Muhâlefet. Yoksa herbirisi üç yüz dört yüz sayfalı mecmualardan bin beş yüze yakın miktarı memleketin her tarafına mümânaatsız gitmesi, bu hatâyı tam gösterir.
- hükümferma f. Hükümrân, hüküm süren. Hâkimiyetle idâre eden. Evet, meşrutiyettir; herşeyde meşveret hükümfermâdır.
- hakka'l-yakîn Marifet mertebesinin en yükseği; bir şeyi yaşayarak, içine girerek, doğruluğundan şüpheye asla yer bırakmayacak biçimde kesin olarak bilme. tas. Kulun kendi varlığından geçerek sırf Allah'ı müşahede etmesi, bütün varlığında onu yaşaması hali. kel. İmanî meselelerin hakikatını tam olarak anlama. Şeriatın hakikatını, derûnî hikmet, ilim ve marifetini bilme.
- cemad cemâdât Taş, toprak, maden gibi cansız olan şey. Üçüncü kısım ameleler, nebâtât ve cemâdâttır.
- Dest-i Gaybi f. Görünmez el, inâyet-i İlâhi. Mc: Allah'ın yardımı.
- 1-Hallak 2-Hallak 1-İyi traş eden. Berber. Hamal. 2-Hallak Yaratan, her şeyi halkeden, Kadir-i Zülcelal, Allah Teala Hazretleri (C.C.)
- tâat İbadet etme, Allah'ın emirlerini yerine getirme, Allah'tan korkup yasaklarından kaçınma. İtaat etme, boyun eğme, emre uyma. takdir etmek-o vakit taate, suhre gibi değil, belki iştiyakla itaat edip ubudiyeti ifa eder.
- Alâ-küllihal İster istemez. Olduğu kadar. Her halde. (Ey insan düşün! Sen alâ küllihal öleceksin. L.)
- ma'dûm (a.s. adem'den.) ma'dûmât Yok olan, mevcut olmayan, bulunmayan.
- 1-Saika 2-Saika 1-Yıldırım. Ölüm, mevt. Nüzul ateşi. Semadan gelen şiddetli ses. Mühlik ve azab. Bulutları sevke vazifeli melek. 2-(a.s. sevk'ten.) Sürükleyen, sevkeden, götüren hal, sebep.
- şek Şüphe, tereddüt.
- BÂD-I HEVÂ Heves rüzgârı. Gelip geçici hevesler. Hevâ ve heves. Eğlence. Bedava, karşılıksız. Boşu boşuna, faydasız. Osmanlılarda Tanzîmât'a kadar zuhurata bağlı olarak alınan genel vergilerin adı. Hem, nev-i insanın ekseriyetini teşkil eden ihtiyarlardan ve hastalardan sorunuz; elbette, ekseriyet-i mutlaka ile esefler, hasretler ile, "Eyvah, gençliğimizi bâd-i hevâ, belki zararlı zâyi ettik! Sakın bizim gibi yapmayınız" diyecekler.
- 1-Sakar 2-Sakar (C.: Sükur-Sakâr-Sıkâre-Sukure-Eskur) 1-Cehennem'in bir ismi. (Bak: Cehennem) 2-Çakır kuşu. Çok ekşimiş süt ve pekmez. Bir şeyi kırmak. onlara dünyada tam zarar, ahirette Cehennem ve sakar;
- Münzevi Yalnız başına çekilip kimse ile görüşmeyen, çekilip tek başına bir tarafta duran. Yalnızlık içinde ibadet eden. Ben, o zaman da, şimdiki gibi münzevî yaşıyordum. Bir dağın mağarasında, bir hizmetçi ile yalnız otururken, beni tutup, on sene bilasebep, müracaat etmediğim için, dokuz sene bir köyde, bir sene de Isparta’da ikamete mahkûm edip, ahirinde bu musîbete giriftar ettiler.
- Müntakim (Nakm. dan) İntikam alan, öç alan, suçluya cezasını veren. Çıktığı zaman, bir kàtil, bir müntakîm olarak değil, belki tevbekâr, tecrübeli, terbiyeli, millete menfaatli bir adam çıkar.
- mülhik (a.s. lühûk'tan.) İlhak eden. İlâve eden, katan, ekleyen.
-